Cemal Kırgız Yazdı; “Panzehir…”

Cemal Kırgız Yazdı; “Panzehir…”

Telefonum çalmaya başladığında ben yatağımda sırtüstü uzanmış, ellerimi göğsüme birleştirmiş halde, gözlerim kapalı düşünüyordum. Şairin dediği gibi İstanbul’u, Bursa’yı, Gemlik’i falan düşündüğüm yoktu. Zaten içinde bulunduğum durum da olsa olsa aynı şairin, “Cep Delik Cepken Delik/ Kevgir misin be Kardeşlik” şiiri olurdu düşündüğüm. Kuzey’de bir yerlerde Ortodoksların birbirini boğazlaması veya Güneyimizde Araplar ile Yahudilerin birbirine yönelik katliamlarına da kayıtsızdım. Arapların mezhep kavgaları ve bölünmeleri nedeniyle, birlik olamayıp, İsrail ile yaptığı her savaşı kaybetmeleri konusunda da yeterince okuyup, izleyip, düşünüp zihnimi fazlasıyla meşgul etmiştim. Telefonum ısrarla çalmayı kesip ortalık yeniden sessizliğe büründüğünde ben sadece bir yıldır sokakta beslediğimiz sarılı, siyahlı, beyazlı (Sanırım Sarman Cinsi) Anne Kedi ve iki yavrusunu düşünüyordum.  Yavrular dört aylık olmuşlardı. Aslında beş tanelerdi, biri doğumun hemen sonrasında öldü. Bir diğerini birkaç kez gördüm sonra ortadan kayboldu. Siyahlı beyazlı çekik gözlü olanını da geçen ay araba çarpıp öldürdü. Şüphesiz hayvanların bir dini olsaydı, insanı Şeytan suretinde hayal ederlerdi! Kalan iki yavru kedi ve annelerinin yaşam kavgaları ise içinde bulunduğum psikolojik ortamda benim için dünyanın en büyük meselesi olmuştu bile…

Boş arsada onları izlemek, televizyon izlemekten daha keyifliydi. Yavrulardan biri beyaz tüylerinin üzerinde sarı benekli, tipine yakından bakınca makak maymunlarının yüzünü andırıyor. Diğeri ise annesinin ikizi gibi. Sarılı, siyahlı, beyazlı rengârenk. Üçlü bir klan var evin karşısındaki boş arsada ve muhteşemler. Hele anne kedinin parlak sarı, nemli, hüzünlü ve anlamlı gözleri yok mu? O gözler ki… Telefonum yeniden çalmaya başladı. Uzandığım yataktan doğrulup, telefonu komodinin üzerinden aldım. Bursa’da sonbahar akşamüstüydü. Saate baktım Akrep ve Yelkovan 15.05’i gösteriyordu. Hava serin, bulutlu ve belki de bana öyle geliyor ki, çok kasvetliydi.

Arayan patrondu:

“Alo” dememe fırsat vermeden, “Tam Kırk Dakikan var. Hazırlan hemen gazeteye gel” dedi.

Anne kedinin, parlak sarı, nemli, hüzünlü ve anlamlı gözleri. “Sebep?” diyebildim ancak.

“Sana bomba gibi bir program ayarladım. Burası ana baba günü gibi oldu bile. Senin programa konuk olarak reis geliyor” dedi, heyecan ve coşku dolu ses tonuyla.

Parlak sarı, nemli, hüzünlü ve anlamlı gözler çok güzellerdi. “Patron, bir dakika. Tam anlayamadım. Kim dedin, reis mi dedin? Reis derken patron, asrın liderimiz olan reis mi?” diye sorabildim ancak.

“Tam isabet dedi. Tam bir saat sonra burada olacak. Senin de otuz sekiz dakikan kaldı. Hemen çık ve buraya gel” diye buyurdu.

Tıraş dört dakika. Duş sekiz dakika. Takım elbiseleri giyip, üzerimi toparlayıp, aynada kendime çeki düzen vermek dokuz dakika. Yirmi bir dakika gitmişti bile. Evden hemen fırladım. Anne kedi arsadan koşup, yanıma geldi. Parlak sarı, nemli, hüzünlü ve anlamlı gözleri yine çok güzeldi. Yavruları da kulakları dikip, arsaya yığılmış ağaç dallarının arasından bize bakıyorlardı. Makak Maymunu miyavladı. Anne kediyi severken ona fısıldadım, “Burada bekleyin, bir yere ayrılmayın, baba akşama gelecek size yine mamalarınızı verecek” dedim, kafasını, gıdığını sevdirdi. Ayağıma, paçalarıma sürtündü. Sonra sessiz ve mağrur adımlarla yürüyerek, arsaya tırmandı ve çocuklarının yanına gitti.

Yirmi dakika…

Durakta bekleyen bir sürü insan vardı. Kadınlar, gençler, öğrenciler, çocuklar ve yaşlılar. Her biri söyleniyorlardı. “Kahretsin, reis mi ne gelmiş, şehir içi seferler yine iptal olmuş. Otobüs, minibüs falan çalışmayacakmış” ….

On dokuz dakika…

Asrın Liderimiz olmak kolay değildi. Muhtemelen Görükle’den İnegöl’e kadar toplu taşıma olmayacaktı. Taksi ve dolmuş da bulamayacaktım. Koşmaya başladım. Parlak sarı, nemli, hüzünlü ve anlamlı gözler. Yine de şanslıydım. Pozitif enerji pompalıyordum kendi kendime. Yokuş yukarı çıkmayacaktım, yokuş aşağıya koşacaktım. İlk üst araması Set başında oldu. “Nereye koşuyorsun birader” dedi genç bir polis. “Asrın Liderimiz gelmiş, ona koşuyorum” dedim. Beşeri ve mekanik aramayı yaparken sırıttı genç polis, “Bu kadar heyecanlanma, reis hep burada, her zaman gelir, hep görürsün” dedi. “Benim ki öyle değil” dedim ve ekledim, “Benim programımın konuğu olacak kendisi. Programa yetişmem gerek” dedim.
Polis, hayal kırıklığına uğramış gibiydi, “O sen misin?” diye sorarak, kayıtsızca geç işareti yaptı.

Saate baktım, on iki dakika…

İkinci üst araması ve kimlik sorgulaması İnönü caddesinden inerken oldu. Asrın Liderimiz ile program yapacak olan ekranların aranan yüzünün ben olduğunu söyleyince, nedense yine aynı hayal kırıklığı ve ses tonuyla karşılaştım. “Oooo, geç kalmışsın, koş koş” diye seslendi bir baş komiser…

Son arama gazetenin de bulunduğu stüdyoya girerken yapıldı. Tam bir dakika yirmi iki saniye kala kalabalıkları yararak, içeriye atabildim kendimi. Nefes nefeseydim. Bakanlar, bürokratlar, danışmanlar arasında parlıyordu Asrın Liderimiz. Gazete hiç bu kadar kalabalık olmamıştı. Patron saate bakıp, yüzünü de ekşiterek, “Nihayet gelebildin” dedi. Asrın Liderimiz de, “Programı yapacağım gazeteci geldi mi, bu mu?” dedikten sonra, “Nerede kaldın yahu, gözlerimiz yollarda kaldı” diye ekledi. “Efendimiz hoş geldiniz. Siz gelince şehrimizde güller açıyor, hayat duruyor, trafik sorunu hiç olmadığı kadar derinden çözüme kavuşuyor, toplu ulaşım ihtiyacı kalmıyor, özür dilerim efendimiz, o nedenle size koşa koşa geldim” dedim.

Asrın Liderimizin hoşuna gitmişti bu sözler. Programa başlarken gönlünü almıştım sanırım. Parlak sarı, nemli, hüzünlü ve anlamlı gözler. Sokak kedisinin gözleri. Düşüncemi kargaşadan doğan gürültülü sesler bozdu. Gazetenin faksı ve bilgisayar yazıcısı bozuktu. İletişim Başkanı soracağım soruları elden değil, flaş bellekle getirmişti. Programa üç dakika vardı ve promter de yoktu. Yerlerimize oturduk, ses kontrolleri yapıldı. Ses kontrolleri yapılırken, haftanın günleri sayılırdı. Asrın Liderimiz bunu tersten yaptı. Pazar, Cumartesi, Cuma, Perşembe…  Boş yere asrın lideri değildi işte… O esnada iletişim başkanı da yanıma gelip eğilerek, kulağıma talimatları yağdırıyordu, “Umarım soracağın sorular doğru sorular olur, ne biçim medya kuruluşuysa bu ne yazıcı, ne faks, ne fotokopi ne promter var. Yanlış sorular sorarsan, yayını uydudan kestiririm. Ona göre” dedi. Ses tonu, ciddi ve kararlıydı. “Siz hiç merak etmeyin efendimiz, sizleri asla mahcup etmeyeceğim” dedim.

Program jeneriği girdi. Parlak sarı, nemli, hüzünlü ve anlamlı gözler. Açış konuşmam muhteşemdi. En azından bana göre. “Efendimiz, dünyanın kıskandığı, gıpta ettiği, ülkemizi Ortadoğu, balkanlar ve bütün coğrafyalarda oyun kurucu haline getiren, bir başka değişle ikinci Atatürk, üçüncü Abdülhamit, ümmetin dediği gibi yirmi beşinci Peygamber falansınız. Böylesi bir lideri, naçizane böyle bir programda ağırladığımız için ne kadar gurur duysak azdır efendimiz. Yeniden hoş geldiniz, sefalar getirdiniz, Bursa ve bu ülke sizinle gurur duyuyor efendimiz” dedim.

Asrın Liderimiz oldukça mütevazıydı. “Reis olmak, gönüllerde taht kurmak böyle bir şey işte. Bu milletimiz ne derse, o’dur” dedi.

İletişim Başkanı yüzüme bakıp, onay işareti verdi. Giriş muhteşemdi, umarım gelişme ve bitişte böyle olurdu. Elimden geleni yapacaktım. Böyle bir program kaç fani gazeteciye nasip olurdu ki? Tam içimden bunları geçiriyordum ki, canlı yayını verdiğimiz sosyal medya da hareketlenmeler başladı.

Hakan Ahmet isimli ünlü bir gazeteci, “Efendimiz beş ay oldu, sizleri en kısa sürede bizim ekranda da görmek isteriz, özledik vallahi” diye yazdı. Hemen ardından da, Hale Turat isimli bir başka ünlü gazetecide, “Ben de, bende görmek istiyorum” diye ekledi. Abdülbekir Servi isimli bir başka çok ünlü gazeteci de “Efendimiz, bugün son bakanlar kurulunda alınan kararlar ile ilgili alınan kararların ötesinde, ne anlama geldiğiyle ilgili derin bir yazı yazdım, okuyabildiniz mi efendim” diye sordu.

Asrın Liderimiz sosyal medyaya da hâkimdi. “Sevgili gazeteciler, Bu Ce Ha Pe zihniyeti hele bir kurultaylarını yapsın, kim geliyor, kim gidiyor bir bakalım, tabii ki size geleceğim. Sizin Televizyonun imkânları da geniş üstelik. Sizin stüdyodan 55 kanala canlı bağlanabiliyoruz…” dedi sonra bana bakıp gülümsedi. Çok mutlu oldum. Parlak sarı, nemli, hüzünlü ve anlamlı gözler. Sonra yine seslendi Asrın Liderimiz, “Abdülbekir Bey, siz zaten gereğini yapıyorsunuz, böyle devam” dedi.

Hakan Ahmet, Hale Turat ve Abdülbekir Servi, sırayla, “Minnettarız, çok yaşa reisimiz” diye yazdılar.

Muhteşem bir program yönetiyordum. Ama bazı kendini bilmez izleyiciler bundan mutlu değillerdi. “Yalaka”, “Yağdanlık”, “Satılmış”, “Yandaş” nidaları atarak beni övgüye boğuyorlardı. Bu arada bir izleyici “Bursa’da yaşıyoruz koca yaz geldi geçti, bir kilo incir alıp yiyemedik” diye yazdı. Asrın Liderimize bunu söyledim. Duymazdan geldi. Bir diğeri de, “Şeftali de yiyemedik. Kilosu 80 lira!” diye yazdı. Duymazdan gelmemişti Asrın Liderimiz.

“İncir, Şeftali yoksa Karpuz yesinler” dedi ve ekledi. “Karpuz dedim de aklıma geldi. Bir gün New York’tayız, biliyorsunuz ben eski futbolcuyum. Elimde futbol topuyla gittim. Kim geldi bilin bakalım… Netenyahu geldi. İsraillilere çok üzüldüm. Elimdeki futbol topuna baktı ve dedi ki, ‘Vaat edilmiş toprakların karpuzu da çok güzeldir.’ Van minüt Van minüt dedim,  yahu top bu top dedim. Futbol topunu Karpuz sandı iyi mi” diye konuştu.

“Efendimiz burada vaat edilmiş topraklar diye, bizim topraklara göz koyduğunu açıklamış sanırım” diyecek oldum, sosyal medya da canlı yayına hükümetin ve devletin küçük ortağı Hükümet Tarlalı dâhil oldu. “82 Tel Aviv, 83 Aşkelon, 84 Beerşeba, 85 Kudüs” … “Hamas” diye de soracaktım aslında ancak asrın liderimiz leb demeden leblebiyi anlamıştı, “Geçelim bunları, bana mı sordular giderken” dedi. Net cevaptı…

Asrın Liderimiz küçük ortağına da seslendi. “Sağ olun var olun Sayın Tarlalı, Milliyetçilik budur, ümmetçilik budur. Hamdolsun” dedi. Küçük ortak Tarlalı devam etti, sanırım bu mesajı banaydı. “Kutsal liderimizin yayınında, Siyonizm’in ismini anmak bölücülük değil midir? Bunları gündeme getirmek hangi hain planların dışa vurumu dur? Ne yapmak istemektedirler?”…

“Efendimiz Büyük Ortadoğu Eş Başkanı halen kimdir? Bir de Büyük Ortadoğu Projesi değil de bunun Büyük İsrail Projesi olduğu söyleniyor” ne diyorsunuz diye sordum?

“ABD’nin Uçak gemileriyle Akdeniz’de işi ne, biliyorsunuz İzmir, İstanbul, Erzurum ve Trabzon mitinglerinde de “Eyyy Baydın” diye seslenmiştim. Yine sesleniyorum. Eyyy Baydın!” dedi…

“Efendimiz, ABD gemilerinin Akdeniz’de ne işi var diye ne güzel soruyorsunuz, kanal yapılsaydı Montrö delinecekti, ABD Gemileri boğaza da rahat gelecekti” diye itiraz edecek oldum. “Biz kanalı Eyy Baydın için mi yapıyoruz, Arap kardeşlerimiz, ümmetimiz için yapıyoruz” dedi.

Sosyal medyada Abdülbekir Servi bir kez daha yazdı, “Efendimiz bu gazeteciyi araştırayım mı?”

Hale Turat’ta ekledi, “Aşk olsun ama biz bunları soramadık. Bu adamı neden konuşturuyorsunuz Liderimiz?” dedi.

Hakan Ahmet’te, “Aslan burcu büyük bir gazeteci ve ekibi varken, böylesi zavallı, cahil bir gazetecisi bozuntusunun programına çıkmasını esefle karşılıyorum efendim. Efendimiz stüdyoyu hazırlatıyorum, program sonrası cevaplar vermek isterseniz, bekliyoruz efendimiz. Üstelik promter sağlam ve çalışıyor” dedi.

Asrın Liderimiz, “Hale hanım sizden de hiçbir şey kaçmıyor. Ne güzel sorular soruyorsunuz öyle… Abdülbekir Bey siz gereğini yapıyorsunuz yapın zaten… Hakan Ahmet Bey, siz Balık Burcu dururken Aslan burcu falan mı dediniz?”

Ortalık kızışıyordu. Asrın Liderimiz İletişim Başkanını çağırıp talimat verdi. “Rtük’e söyleyin şu NNC Televizyonuna da baksınlar. Bir şey bulurlar elbet. Bize para lazım”

Hakan Ahmet yazdı: “Efendimiz, cümlemin tamamı bitmemişti. Özür diliyorum efendimiz, araştırmacı çilekeş bir gazeteci olarak elimdeki bilgileri paylaşıyorum efendimiz. Dünyanın en ünlü astrologları en üstün meziyetli burcun Balık burcu olduğunu açıklamışlar efendimiz. Hele 1950’lerin ortasında ve 26 Şubat’ta doğanların seçilmiş kişi olduğunu söylüyorlar. İlk üç burcu sayıyorum efendimiz, bir balık burcu, iki balık burcu üç balık burcu efendimiz…”

Asrın Liderimiz, “Gördüğünüz gibi araştırmacı, eleştirel, doğruları yazan gazetecilere bir şey demiyoruz. Tebrik ediyorum Hakan Ahmet Bey” dedi. Sonra da İletişim Başkanını yeniden çağırarak, “NNC televizyonu şimdilik iptal” dedi.

Abdülbekir Servi katıldı yine sosyal medyadan, “Efendimiz bakanlar kurulu, MİT, sosyal medya hesapları incelemesi, psikolojik ve sosyal tahlilleri yaptırdım. Bu sözde gazeteci çok tehlikeli ve vasat birisi efendimiz. 1990’lı yıllarda Armutlu’dan bir başçavuş ile birlikte Gemlik-Armutlu yolunda boş bira şişelerine, boş bira kutularına ve tabelalara, AK 47, G 3, Pompalı ve bilimum silahlarla ateş edip duruyorlarmış. Yazıları da hep muhalifmiş efendimiz. Herkes bizim gibi olamıyor tabii ki “ diye yazdı.

“Abdülbekir Bey siz gereğini yapıyorsunuz, yapın” dedi Reisimiz.

Sosyal medya yıkılmaya devam ediyordu. “Yalaka, yandaş, yağdanlık ekonomiyi sorsana” diye yazan yazanaydı.

Patates, Domates, Soğan, İncir, Şeftali, Bamya, Taze Fasulye, Barbunya, Marul, Karpuz, Kavun fiyatlarını sorsana, enflasyon ne zaman bitecek, biz ne zaman bunları yiyebileceğiz diye sorsana diye çıkışanlar beni sıkıştırıyordu. Tam soracaktım ki, Hükümet Tarlalı beyefendi araya girdi. “82 Patates, 83 Soğan, 84 Karpuz, 85 Domates, 86 Kavun…”

“Sayın Tarlalı, İyi ki varsınız, hamdolsun” dedi Reisimiz.

“Efendim Sayın Tarlalı en son 82 Halep, 83 İdlip, 84 Şam falan dediğinde Kutsal Kandil Günü 35 şehit verdik, şimdi dostum Putin dediğiniz adamın uçakları yaptı bunu ve sonra da sizi Moskova’da bekletti. Bunu muhalefet diline doladı, ne diyorsunuz?” diye sordum.

“Bir kere bu yanlış biliniyor. Biz Moskova’ya giderken, dostum Putin’e zeytinyağlı dolma, zeytinyağlı taze fasulye, zeytinyağlı biber yemeği götürmüştük. Ama ahlak kalmadı, bunlar böyle, muhteris alçaklar. Zeytinyağı yerine pamuk yağı koymuşlar. Maalesef bizi yine kandırmışlar, Allah Affetsin. Putin cırcır oldu, o nedenle bizi bekletmek zorunda kaldı” diye yanıt verdi.

Efendim Ege’de bize ait adalara Yunan askerleri ağır silahlar yığarak el koydu? Bu konuda neler söylemek istersiniz?”

“Miçotakis kim, ben onunla muhatap olmam. Biz yedi düvele karşı emperyalist savaş veriyoruz. Dış güçlerle yeterince uğraşıyoruz. Almanya bizi kıskanıyor ” dedi.

Abdülbekir Servi girdi yine araya, “Sayın Asrın Liderimiz, Dışişleri Bakanımız aradı biraz önce gazeteci ile ilgili gelen bilgilerin hepsi yanlışmış. Gazeteci maalesef temiz çıktı efendimiz”…

“Abdülbekir Bey, siz zaten gereğini yapıyorsunuz, yapın” dedi liderimiz.

Hakan Ahmet’te yazmayı ihmal etmedi bir kez daha, “Efendimiz Balık burcu ile ilgili yeni bilgiler geldi, müsaade ederseniz paylaşmak isterim efendimiz”

“Ooo sen daha orada mısın Hakan Ahmet Bey, bunu milletim, dünya, kâinat kabul etti. Sen halen bununla mı uğraşıyorsun, boş işlerle uğraşma Hakan Ahmet Bey” dedi ve bana dönerek, “Sen hiç Balık Burcu asrın lideri tanıyor musun” dedi.

Düşünüp saymaya başladım. “Mussolini Boğa, Hitler Terazi, Biden Akrep, Mao Aslan, Fidel Castro Aslan, Putin Terazi… Haklısınız efendimiz, bir tane bile Balık yok” diye yanıt verdim.

“Olmaz tabii… Olamaz, ben ekonomistim” diye gürledi yiğidim aslanım.

“Açız aç” diye yazmış zavallı bir izleyici, bir diğeri emeklilerin halini sorsana, sadaka değil, insanca yaşamak istiyoruz demiş. Bir diğeri öğretmenlerin durumunu sor, üçe beşe böldüler, atamalar yapılmıyor, maaşlar çok kötü diye eklemiş. Bir diğeri sağlıkta şiddeti sormuş, öteki de doktorların durumunu. Bir teyze de, 80 yaşında olduğunu ifade edip, (muhtemelen torununa yazdırmıştır) hastaneden randevu alamadığını ve tansiyon ilaçlarına erişemediğini eklemiş.

Hükümet Tarlalı da okumuş olacak ki bu nankör vatandaşların şikâyetlerini, hemen araya girmişti yine.

“Asrın Liderimize, Kutsal kişiye sallamak, açız diye demagoji yapmak, sadaka edebiyatına sarılmak, sağlık sistemini, eğitimi sorgulamak da ne demektir? Bunu dış güçler mi yaptırmaktadır? Ne idüğü belli olmayan muhalefet dozlu bu konuşmalar bu sorular neden engellenmemektedir? Bu programda ne yapılmaya çalışılmaktadır? Hepsi yasaklansın, kapatılsın, o kadar!” dedi.

“Sayın Tarlalı, hamdolsun” diye yanıt verdi Liderimiz.

Bir emekli “Sayın Tarlalı 7 bin 500 lira ile sen geçin geçinebiliyorsan” diye yazınca, bu nankör kişiye de tepkiler gecikmedi. Bir başka vatan evladı, reisimize ve yönetimine minnettar emekli de, “Reisimiz 7 bin 500 lira çok. Allah devletimize zeval vermesin. Bize 2 bin 500 lira yeter” diye yazdı.

Asrın Liderimiz önce gülümsedi, sonra da davudi sesiyle, kitleleri hayran bırakan o meşhur tonuyla konuşmaya devam etti. “Biz milletimizin ferasetine inanıyoruz. Emekli maaşlarında güncelleme yapıyorum. Emekli maaşlarını 2 bin 500 lira olarak güncelliyorum. 2027 yılında da yüzde 200 zam yaparak, emekli maaşlarını o tarihte 7 bin 500 liraya çıkaracağım” diye beklenen müjdeyi verdi.

Sosyal Medya yıkıldı. “Yaşa Reis”, “Allah Senden Razı olsun Reis”, “Allah benim ömrümden alsın, sana katsın reis” , “Öl de ölelim reis” yazıları arka arkaya akmaya başladı. Samsun’dan bir genç de, “Reis bizi Gazze’ye götür” diye yazdı.

Programı toparlamıştım. Parlak sarı, nemli, hüzünlü ve anlamlı gözler. Asrın Liderimizin yüzü gülüyordu. Beklenen müjdeyi veren ve çılgınca alkışlanan bir liderin haklı gururunu ve onurunu yaşıyordu. Reis Samsun’dan yazan gence seslenmeyi de ihmal etmedi, “Evladım sen İdlip konusunda da böyle yapmıştın. Şimdi sana görev veriyorum. Son üç kere daha bedelli parası yatır. Bütçeye para gerekli. Sonra her yere götürürüm seni” dedi.

“Türkiye seninle gurur duyuyor” , “Bursa seninle gurur duyuyor”, “Yaşa Reis” nidaları sosyal medyayı donattı yine.

O sırada Takvim Gazetesinin bir sonraki gününün baskısı birinci sayfayı attılar yayın akışına. Manşette, “Reis’ten Emekli ’ye Dev Müjde” Asrın Liderimiz “oku bakayım” dedi.

“Reis’ten Emekli ‘ye Dev Müjde.  Emekli maaşlarını 2 bin 500 liraya güncelleyen asrın liderimiz, 2027 yılında yüzde 200 zam müjdesi verdi. Emeklilerimiz Reisimizin sayesinde 2027 yılında 7 bin 500 lira zam almaya hak kazanacak. Asrın Liderimizin bu müjdesi tüm yurtta coşkuyla karşılandı. Meydanlara dökülen emeklilerimiz gündüz vakti havai fişek patlatarak, müjdeyi kutladı”

Reis gülüyordu. Mutluydu. O sırada, 14 farklı gazete de birinci sayfalarını yayın akışına göndermişti. Hepsinde de aynı başlık ve aynı spot haber vardı. Reis, “İşte gazetecilik bu, işte benim gazetelerim” dedi ve kahkaha attı.

Halkın yayına olan teveccühü çok büyüktü. Ardı ardına yazmaya devam ediyorlardı.

Bir kadın feryat ediyordu, “Sayın Liderimiz, kocam komşumla kaçtı. Ne olur bana yardım edin. Yaparsanız siz yaparsınız” diye yazmıştı.

Bir adam da, karısını en yakın arkadaşıyla yatakta bastığını belirterek, “Reisimizden yardım istiyorum. Şimdi ben ne yapayım?” demişti.

Parlak sarı, nemli, hüzünlü ve anlamlı gözler.

Reisimiz her şeye hâkimdi.

“Grup kararı aldık” dedi Asrın Liderimiz. “Grup kararı aldık. Artık her aileye bir imam atayacağız” diye ekledi.

“Çedes projesi gibi her okula bir imam tarzında, her aileye bir imam projesi mi bu efendimiz?” diye sordum.

“Nasıl ama ben ekonomistim. Nas var nas. Tüm bu sorunlar çözersek yine biz çözeriz” dedi.

Ekran yıkıldı. Reise övgüler düzülürken, beni cahillikle, saçma sapan soru sormakla itham edenler fazlaydı.

Bir haddini bilmez de, Suriyeliler, Afganlar ne zaman gidecek diye sormaz mı?

“Ensar, ümmet, Allah, Kuran-ı Kerim, AB ve ABD yeşil dolarları” dedi reisimiz.

Hükümet Tarlalı girdi araya. “Ezanlar Susmaz, Bayrak İnmez”

“Hamdolsun Sayın Tarlalı” dedi reisimiz.

“TOGG’u durduramazsınız” diye yazdı yüzlerce kişi.

Tarlalı yine girdi araya, “TOGG’u, Suriyeli, Afgan kardeşlerimizi sormak demek ne demektir? Bunu sormak demek vatan hainliği demek değil midir? Bazı gazeteciler ne yapmaya çalışmaktadır? Hepsini kapatın gitsin” dedi.

Hale Turat yazdı, “Sayın reisimiz size çok hayranım, bana ne bana ne, hadi yine gelin bize” diye yazdı.

Reisimiz, “Hale Hanım siz de hep böyle zor sorular soruyorsunuz, nereden buluyorsunuz böyle zor soruları?” diye sordu.

Abdülbekir Servi’de yazdı yine. “Efendimiz, sizin zik zak politikanızın faziletlerini, U dönüşlerinizin nasıl dünyada büyük bir hayranlıkla izlendiğini, ekonomi politikalarınızda nasıl bir devir açıp devir kapattığınızı, Nas var politikanızın nasıl ulvi bir mesele olduğunu ve Ortadoğu da nasıl şaşkınlıkla izlendiğini yazdım efendim, ekleyeceğiniz bir şey var mı diye sormak istedim” dedi.

“Abdülbekir Bey siz zaten gereğini yapıyorsunuz, yapın” dedi Reisimiz.

“Türk parası ne zaman değer kazanacak efendimiz?” dedim, yüzüme baktı ve “Bunların kafası basmaz, ben ekonomistim” dedi. Büyülü bir gerçeklik karşısında şaşırıp kalmıştım.

“Efendim Anayasa değişikliği istiyorsunuz, zaten yeterince değişmedi mi, değişiklikle yüzde 50 artı bir değil de yüzde 40 artı 1’i mi hedefliyorsunuz, dördüncü dönem Asrın Liderliği mi? “ diye sorma cüretini gösterdim.

“Bir kere milletimizin feraseti ne derse o. Bunu anlamadınız mı, hak baki olana kadar zaten Asrın Lideri benim. Devlet ile halledemediğimiz, Ce Ha Pe zihniyetinin ve dış güçlerin oyunu birkaç pürüzü gidermek, daha özgür bir parti devleti olmak için istiyoruz Anayasa değişikliğini” dedi ve kahkaha attı reisimiz.

Tarlalı girdi araya yine, “İki, üç, dördüncü dönem tartışmalarını açmak istemek ne demektir? Ne planlanmaktadır? Bu kimin oyunudur? Kimlere hizmet etmektir?” dedi.

“Hamdolsun Sayın Tarlalı” dedi Reisimiz.

“Efendim, bir de Can Atalay, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Barış Pehlivan konul…”

“Bak şimdi!” diyerek sözümü kesti reisimiz. “Bizim, benim yargıma kimse karışamaz. Hem burası guguk değil hukuk ülkesi, çok isteyen gidip görüyor bunları. Buna bir şey diyor muyuz, demiyoruz. Özleyen herkes oraya gidebiliyor. Demokrasi böyle bir şeydir. İyi bak öğren bir şeyler, gazeteci olacaksın. Bunları bil, öğren, Abdülbekir Bey gibi, Hakan Ahmet gibi ol, yaz bunları” dedi Asrın Liderimiz. Sonra anlamlı anlamlı bana baktı, mahcup bir gülümsemeyle, “Özledin sen, bir ara hallederiz” dedi. Beni yine utandırdı reisimiz…

Hayatımın dersini almıştım. Reisimiz demokrasi adına muhteşem bir fikir beyan ederek, ağzımın payını vermişti.

Parlak sarı, nemli, hüzünlü ve anlamlı gözler. Çaresizce,  “Son olarak neler söylemek istersiniz efendimiz?” diye sordum.

“Milletimiz bize güvensin. Onların neyi varsa biz hallettik, biz halletmeye devam edeceğiz” dedi.

Sonra ceketine iliştirilmiş mikrofonu çıkarırken, bana bakıp bir kere daha anlamlı anlamlı güldü iki gözümün çiçeği. Ayağa kalktı, gazetenin camından hınca hınç dolu sokaklara el salladı. Ekranda bana övgüler geliyordu, “Senin yapacağın programın….” Ve benzeri…

Sonra reis iletişim başkanının yanına gitti, “Hadi NNC TV’ye de bir uğrayalım. Amatör programlar yapmamak gerekir. Orada da bir ulusa sesleniş konuşması yapayım da tam olsun” dedi. Sonra da, “Unutturma bana, NNC TV’den çıkınca Dostum Putin’i de arayacağım, halletmem gereken acil bir konu geldi aklıma” diye ekledi… Asrın Liderimiz ve beraberindeki on binler büyük bir gürültüyle ayrıldılar gazeteden, caddeden, sokaklardan, kentten, her şeyden…

Uyandığımda bir yatakta yatıyordum. Zifiri karanlığa gözümü alıştırmak için, birkaç kez kırpıştırdım. Burası benim odam değildi. Dört metrekarelik tek yataklı, tek klozeti olan bir odaydı. Neredeydim ben? Bir hücre odasıydı sanırım.

“Hey, neredeyim ben, burası ne diye bağırdım”

Çelik kapının metal sürgüsü açıldı, koca kafalı, dazlak bir baş ve bir burun ile bir çift göz içeri bakıp, “Kak Pishetsya” dedi.

Neyceydi lan bu şimdi. “Burası neresi birader” diye bağırdım.

“Eto Sibir” dedi.

Ne Sibiri diyor lan bu diye düşünürken, aklım başıma geldi. “Sibirya mı?” diye bağırdım.

“Da Sibir” dedi ve ekledi. “Var sizin orada ne demek, hımmm… Buldum Dostum Putin… Ha ha ha… Ha ha ha….” Sürgüyü kapatıp çıktı. Kahkahaları kulaklarımı tırmalamaya davam ediyordu. “Silivri’nin suyu mu çıktı lan?” diye bağırdım son kez ama dazlak kafanın kahkahasından başka yanıt gelmedi. Çok kızmıştım, sinir krizi geçiriyordum, dazlak gardiyandan başlayarak, Putin’ine, gazeteciliğine, yazarlığın saydırmaya başlamıştım. “Ben senin de… Kırmızı Nokta, Kırmızı Nokta… Dıııt… Dıııt. “ , “Alayınızın da Kırmızı Nokta… Kırmızı Nokta… Dııttt. Dıııtttt. Dıt” , “Silivri’nizin de, Sibirya’nızın da Kırmızı Nokta. Kırmızı Nokta. Dııttt. Dıııt… Dıttt”….

Parlak sarı, nemli, hüzünlü ve anlamlı gözler… Ama bu gözler o gözler değildi, bu gözler daha tanıdık ama bir o kadar da yabancıydı. Bu gözler, Sevgili eşim Güler’in, öfkelendiği zamanki gözleriydi ve hiç tekin değildi. Önceleri boğuk boğuk, sonradan giderek netleşen bir tonda bağırarak bazı isimler soruyordu Güler:

“Dora Kim?”

“Svetlana Kim?”

“Nataşa Kim? Söyle bana. Sen kimlerle ne haltlar karıştırıyorsun. Söyle, hadi itiraf et kim bu aşüfteler?”

“Ne oldu?” diye sorabildim bir süre sonra.

“Dora, Svetlana, Nataşa” diye sayıklayıp durdun. Bir de onlarla yapmayı planladığın ahlaksız şeyler. Söyle, hadi söyle kim bunlar?”

“Sandığın gibi değil hayatım” diyebildim sadece.

Yatakta doğruldum. Güler’in gözleri de fena değildi sanki. Ama parlak sarı, nemli, hüzünlü ve anlamlı değildi. Öfkeliydi sadece. Güler’in değil, kedinin gözlerini tercih ederdim. Güler bağırıp, çağırıp, hesap sormaya devam ederken, bir tavana, bir yere, bir sağa, bir sola bakındım.

Ve bir kez daha, “Sandığın gibi değil hayatım” dedim…

Aslında kendi zehrimin panzehrini arıyordum. Yaratıcı bir yazı eğitimi için en iyi şey yazmaktır. Ve yazmak seni seçer çoğu zaman sen yazmayı seçemezdin. Biliyorum, Balzac, Cervantes, Shekespeare, Nihat Genç, Ahmet Ümit falan böyle yazar mıydı, yazmazdı. Ama zehrimin panzehri olmuştu işte bugünde… Zaten eskiden daktiloydu, şimdi bilgisayar oldu, terk ettin mi, silahlarını yitirmişsin demekti… Fareler hemen etrafını sarıverirlerdi…

Ne diyordum, Parlak sarı, nemli, hüzünlü ve anlamlı gözler… Bir de Güler’inkiler…

 

 

 

 

Sosyal Medyada Paylaşın:

BİRDE BUNLARA BAKIN

2 yorum

  1. Evet çok güzel yazı bağlantılar sözler mukemel konuyu biraz dram biraz espri kaleminize sağlık

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • ÇOK OKUNAN
  • YENİ
  • YORUM