Cemal Kırgız Yazdı; “Ölümü Uyku Sanmak…”

Cemal Kırgız Yazdı; “Ölümü Uyku Sanmak…”

Coğrafya mı kaderimdi, ben mi uyum sağlayamıyordum, yoksa bir türlü anlayamadığım başka sebepler mi vardı, bilemiyordum… Ortalama on altı ayda bir başım büyük belaya giriyordu… Kimi ve çoğu şiddet içerikli, hatırı sayılı bir bölümü de, hukuku da içine alan mahkeme ağırlıklı sorunlardı bunlar…

Başa çıkma çözümlemelerim güzeldi. Tutkulu olmak, dik durmak, gülmek, boş vermek, inadına üstüne gitmek, öfke patlamaları, sinir krizleri, kabuğa çekilmek, argo konuşmak, küfür etmek, çok okumak, istikrarsız da olsa yazmak… Otorite tanımamak, dalgaya almak, içmek… Tamamen insana dair ne varsa onu dibine kadar yaşamak…

Sonra duruldum… Durulmak için tüm bunları yaşamak mı gerekiyordu bilemiyorum… Son küfürlerim, son hakaretlerim, son öfke nöbetlerim 2017’lerde kaldı… Freud’un dediği gibi; “Olgunlaştıkça, kendine döndükçe kimseyle uğraşmak istemiyorsun. Kendini yetiştirememiş insanlardan uzaklaşıyorsun. Seni hasta edecek insanlarla birlikte olmaktan vazgeçiyorsun…”

En son, hemen hemen aynı tarihlerdeydi sanırım, bir polis bozuntusuna, bir sözde gazeteciye, bir de FETÖ’cü eski bir meclis üyesine küfür ve hakaret ettiğimi hatırlıyorum. Bir de 2018’de, yerel seçimlerden hemen öncesinde, trol ordusuna yönelik karşılık vermelerim vardı. Sanırım onlara yönelik son yazdığım ve söylediğim şeylerde , “Ölümü uyku sanıyorsanız, buyurun gelin!” kelimelerim olmuştu…

Ölümü uyku sanmak…

Gemlik böyle bir yerdi işte!

Şimdi (iki yıldır) Bursa’dayım artık…

Geçtiğimiz günlerde yaşamını yitiren Paul Auster’in kitaplarını yeniden okuyorum. ‘Sunset Park ‘muhteşem bir eser… İkinci kez ve bir çırpıda, aynı heyecanla okuduğum etkileyici bir roman… Biter bitmez, Paul Auster’in derlediği, “Babamın Tanrı Olduğunu Sandım” isimli, radyo hikâyelerini okumaya başladım. Amerikan halkının, Paul Auster’in yaptığı radyo programına gönderdiği 4 binin üzerindeki eserden seçilmiş 179 güzel öyküyü içinde barındıran bir kitap. Ve bu kitap, bir Tavuk hikâyesi ile başlıyor. 50 kelimelik, kısacık ama düşündürücü bir öykü.

Bir kadın, Pazar sabahı New York 18. Caddede yürürken önünde giden bir tavuk görüyor. Tavuk, kendinden emin adımlarla yürüyerek, insanlara da aldırmadan, insanlar da ona aldırmadan-saygı duyarak-  caddeyi ve sokağı kat ediyor. Kadın meraktan takip ediyor. Tavuk çıktığı geziden dönüp, bir evin kapısında duruyor ve gagasıyla kapıya vuruyor. Ev sahibi kapıyı açıyor ve tavuk içeriye giriyor… Öykü bu. (Düşünmesi size kalmış!)

Bizim kültürümüzde olmayan, birçok insancıl, hümanist, olması gereken ya da, bizim olduramadığımız, anlayamadığımız, anlamlandıramadığımız ve anlayamayacağımız çok sayıda hayvan hikâyesi de var kitapta. Veterinerlerde geçen, rehabilitasyon merkezlerinde meydana gelen ilginç olaylar.

Bizim hikâyelerimiz de olmayacak şeyler. Bizim kültürümüz, meselemiz, sokaklar… O sokaklarda yaşam savaşı veren canlılarla ilgili… Sokaklar deyince, sokaklarda hak aramayı düşünemeyen toplumumuz, söz konusu hayvanlar olunca, sokakları onlara dar etmekte bir sıkıntı görmüyor…

Duruldum dedim ya, Gemlik Son Nokta Gazetesi yazarlarından olan, değerli emekli öğretmen Ümran Akyavaş’ın dediği gibi; “Hayvanlarla daha iyi anlaşıyorum” dönemi başladı. Aslında, bu dönem hep vardı. Farkına varmak için, çok sayıda insan tanımam gerekiyordu sadece… Ve o oldu…

Rahmetli Dedem, Tellal Halil lakaplı Halil Kırgız, (Gemlik Belediyesi’nin mesleki olarak olmasa da, teknik olarak ilk basın danışmanı sayılırdı. Teknolojinin olmadığı dönemde, belediye bildirimlerini, çeşitli bölgelerde anons etmesiyle tanınıyordu. Lakabını da buradan almıştı) mahalleye girdiğinde peşinde onlarca kedi, her sabah ve her akşam bıkmadan, usanmadan besleyen, doyuran bir adamdı. Rahmetli babaannem de yine bıkmadan, usanmadan, onlara balık, ciğer, tavuk pişirirdi…

Rahmetli babamın da, kargası vardı. İsmini Cemşit koymuştu. Karga, hiç sektirmez, her sabah saat 09.30 da balkona gelir ve hiç kimseden değil ama babamın elinden bir büyük parça peyniri afiyetle yerdi. Tam üç yıl boyunca besledi o kargayı. Karga, babam öldükten sonra da üç ay boyunca geldi balkona… Ama ne benim elimden, ne bir başkasının elinden yedi peyniri. Balkona bıraktığımız peynire de gaga sürmedi…

Batırdığım kitapçı dükkânına da bir sabah yavru bir karga geldi. İçeride çırpınıp duruyor. Dışarıda da büyük Kargalar feryat figan ediyor. Yavru kargayı kaptım, şimdi dalları budanmış, (Avcılar Derneği’nin olduğu Çay bahçesinde bulunan)  150 yıllık tarihi çınar ağacına fırlattım. Geri düştü. Bir daha denedim, yine olmadı. Kargalar kafamın üstünde, ne yapmaya çalıştığıma anlam vermeye çalışıyorlar. Üç oldu, dört oldu. Dallara kondu. Aradan 20 dakika geçti, karga sürüsü yine kitapçı dükkânının önünde, bu kez bana teşekkür ediyorlardı…

Güler ile Heykel Nalbantoğlu çarşısı arkasında bir yerlerdeyiz. Çay sigara içip, günlük siyaset konuşuyoruz. Yavru bir karga pat diye ayağımızın yanına düştü. Karga ailesi yine feryat figan tepemizdeler. Az ötede de, kediler… Ekolojik denge mi, karga mı? Varoluşsal düşünceyi kazanan, batan kitapçı dükkânının içine girmiş yavru karga ile rahmetli babamın Cemşit’inin ruhumdan, beynimden çıkmayan anıları oldu… Güler için zaten ekolojik denge falan sorun değildi… O yavru Karga’nın kurtulmasını istiyordu. (Oysa kedileri çok severdi!)  Üç deneme de yavru Karga’yı asırlık çınar ağacına olmasa da, mescit çatısına koymayı başardım. Kargalar, bağışıklık sistemleri olmadığı için ortalama 120- 130 yıl yaşayan canlılar… 150 kelimeye kadar da, konuşabildikleri öne sürülüyor… Casusluk amacıyla da kullanıldığı konusunda, belgeseller izleyip, kitaplar okudum. Hani belki diyorum da, bir iki dualarını almışımdır!

‘Karıncayı Kurtarmak’ başlıklı bir yazımda; ““Ayağını mı burktun sen?” diye fısıldıyor Güler.

“Önemli değil” diyorum. “Sol bacağım her türlü acıya şerbetli”

“Kıyamam sana. Bir karıncayı bile ezmemek için ayağını burkan kahraman ve merhametli kocam benim” diyor Güler.

Para yok, borçlar çok, umut yok, hayal kurmak bile haram gibi geliyor. Ancak, bir karıncayı milimetrenin onda biri kadar oranda ezmekten son anda kurtarmanın, tuhaf iyiliği doğuyor içime. İnsan olduğumu hatırlıyorum aniden, insan olmanın huzurunu duyumsuyorum salisenin onda biri kadar bir anda içimde… Bilmeden, görmeden, istemeden ezdiğimiz onlarcası olmasına rağmen. Aslında herkesin yapması gereken bu değil mi? Ancak öylesine doğadan, kentten, insanlıktan vazgeçtik ki, bir karıncayı ezmekten kurtaracak, iyilikleri unutur olduk.

Balkonda beslediğimiz ve yavrulayan kumrular geliyor aklıma.

“Sen de kahramansın, kumru ailesi sana minnettar. Kendi çocukların, kendi torunların gibi o iki kumruya ve bebeklerine bakıyorsun” diyorum Güler’e…

2007 yılıydı sanırım; Atatürk Parkının karşısında Gemlik Şehir Kütüphanesi vardı. Yıkılmadan hemen öncesiydi. Bir bayan arkadaşımla, (Güler sen burayı okuma!)  tost ayran almış, kütüphanenin hemen önündeki küçük yeşil alanın yanından yiyerek geliyorduk. Sinsi bir kedi, bir kumruyu kaptı. Hiç düşünmeden elimdeki ayranı fırlattım Kediye. Tam isabet! Kedi kumruyu bırakmak zorunda kalıp kaçtı, yenmekten son anda kurtulan kumru da önce bir şaşkınlık yaşayıp, kendi etrafında döndü, sonra silkelendi ve ardından havalanarak, gözden kayboldu.

“Sen kahramansın” demişti, o bayan arkadaşım.

“Ekolojik dengeyi bozdum” dedim.

“???”

“Kumruyu kurtarırken, kediyi aç bıraktım. Bu hiç de kahramanca bir şey değil” dedim. “Ayrıca, vahşi kapitalizmin çarkları içinde çalışan, işçi kardeşlerimizin bin bir emekle ürettiği ayranı parka döktüm. Belki ayran kalıntılarını böcekler yiyecek, karıncalara mama olacak ama sinek de yapacak. Ve yine ve yeniden ayrıca, kapitalizmin çarkları içinde gazetecilik yaparak, bin bir zahmetle çalışarak kazandığım paranın bir kısmını da, çöpe atmış oldum” diye ekledim.

Neler anlattım neler, ancak o ne anladı, tam hatırlamıyorum.

Zaten meydan olacak diye kütüphane binası yıkıldı gitti, şimdi otobüs durağı olarak hizmet veriyor.

Gemlik Körfezi, İznik Gölü, Nilüfer Çayı… Gemlik Çarşı Deresi, Gemlik Karsak Deresi… Doğa katliamı ile kuşatıldık. Ekonomik cendere ile sıkıştırıldık. Ne insanların, ne hayvanların yaşama şansı kalmadı.

Düşünün; Kazdağları’ndan, Munzur Dağı’na, Cerattepe’den İşkencedere Vadisine, ülkenin ormanlarını, vadilerini, dağlarını, maden sahalarına; taş ocaklarına açıyorlar, siyanürlü atık barajları kuruyorlar. (Yabancılara 7 binin üzerinde maden arama ruhsatı verilmiş. Bu hainlik değildir de nedir?)

İnsan sağlığı için zararlı olduğu bilimle kanıtlanmış, nükleer santral ve kömürlü termik santral yapımında ısrar ediyorlar.

Tarım alanları yok ediliyor, yerine jeotermal enerji santralleri yapımına hız veriyorlar.

Marmara Denizi can çekişirken, tüm uyarılara rağmen Kanal İstanbul projesini yapıyorlar. ABD, İngiliz sevici olarak, Montrö’yü bitirmek istiyorlar…. Demiştim… Güzel yazıydı ve Sevgili Selçuk Yelkenci, “Bıraksaydın hayatım Karıncayı belki intihar etmek istiyordu?” diye yazmıştı…

‘Panzehir’ başlıklı bir başka yazıma da, “Telefonum çalmaya başladığında ben yatağımda sırtüstü uzanmış, ellerimi göğsüme birleştirmiş halde, gözlerim kapalı düşünüyordum. Şairin dediği gibi İstanbul’u, Bursa’yı, Gemlik’i falan düşündüğüm yoktu. Zaten içinde bulunduğum durum da olsa olsa aynı şairin, “Cep Delik Cepken Delik/ Kevgir misin be Kardeşlik” şiiri olurdu düşündüğüm. Kuzey’de bir yerlerde Ortodoksların birbirini boğazlaması veya Güneyimizde Araplar ile Yahudilerin birbirine yönelik katliamlarına da kayıtsızdım. Arapların mezhep kavgaları ve bölünmeleri nedeniyle, birlik olamayıp, İsrail ile yaptığı her savaşı kaybetmeleri konusunda da yeterince okuyup, izleyip, düşünüp zihnimi fazlasıyla meşgul etmiştim. Telefonum ısrarla çalmayı kesip ortalık yeniden sessizliğe büründüğünde ben sadece bir yıldır sokakta beslediğimiz sarılı, siyahlı, beyazlı (Sanırım Sarman Cinsi) Anne Kedi ve iki yavrusunu düşünüyordum.  Yavrular dört aylık olmuşlardı. Aslında beş tanelerdi, biri doğumun hemen sonrasında öldü. Bir diğerini birkaç kez gördüm sonra ortadan kayboldu. Siyahlı beyazlı çekik gözlü olanını da geçen ay araba çarpıp öldürdü. Şüphesiz hayvanların bir dini olsaydı, insanı Şeytan suretinde hayal ederlerdi! Kalan iki yavru kedi ve annelerinin yaşam kavgaları ise içinde bulunduğum psikolojik ortamda benim için dünyanın en büyük meselesi olmuştu bile…” diye başlamıştım…

Tek yavrusu kaldı. Beyazı bol, sarı çizgili olanı. Makak maymunlarına benzeyen harikulade güzel olanı… (Maşallah) deyin… Sonra bizim Sarı kedi yine hamile kaldı… 5 tane daha yavrusu var… Ben rahmetli dedem gibi oldum, mahalleye girdiğimde, kapıya çıktığımda peşimde 10 güzel kedi. Güler’de babaannem gibi. Onların aşçısı… Elimizden geldiğince beslemeye çalıştığımız, güzel canlar… (Bu arada tavuk ciğeri nedir arkadaş, kilosu bir ay öncesine kadar 40 liraydı, şimdi 90 lira oldu!)

Babamın muhabbet kuşu Kerem’i, bizim, benden kaçan muhabbet kuşumuz Çuçuni hikâyeleri… Ve 3,5 yıl boyunca evimizin neşesi olan Muhabbet Kuşumuz Şukufe… Öldüğünde bizden de çok şey gitmişti. Güler’i üç kez koma halinde acile kaldırmıştık. Şimdi videoları, anıları kaldı geride…

Bir de bizim tarihimizin utanç sayfası var.

Hayırsızada Sürgünü, 1910 yılında İstanbul’da yaşayan 80.000’den fazla sokak köpeğinin toplu bir şekilde İstanbul açıklarında bulunan Sivriada‘ya gönderilmesi olayıdır. Adaya bırakılan köpeklerin tamamı açlıktan veya birbirlerini yiyerek ölmüştür. Rivayete göre, bu köpeklerin haykırışları, İstanbul’un tüm bölgelerinde, yürek yakan biçimde duyulmasına rağmen, insanlar hiçbir şey yapmamışlardır…

Köpeklerin adaya sürülmesinden iki yıl sonra Marmara Denizi’nde büyük bir deprem meydana gelmiş ve çıkan Balkan Savaşları neticesinde büyük bir toprak kaybı gerçekleşmiştir. Pagan inançlarında olan doğal afetleri bir olayla ilişkilendirmeye benzer şekilde, bazı insanlar yaşanan felaketleri adada ölen “köpeklerin laneti” olarak yorumladıkları için bu olayı Hayırsızada sürgünü olarak isimlendirmiştir.

Şimdi gündeme gelelim; Cumhuriyet Gazetesinden Zülal Kalkandelen, hislerime tercüman olmuş. Okuyalım…

Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre AKP iktidarının çözüm diye bulduğu yol KATLİAM!

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 23 Aralık 2021’de Hayvanları Koruma Kanunu’na aykırı olarak belediyelere verdiği talimattan bu yana trol ordusu ve tarikatlar eliyle sosyal medyada köpürtülen köpek nefreti, korkunç bir yasa teklifine dönüşüyor. İktidar cephesinden sızan haberler, sokak hayvanlarının sahiplendirilmeye çalışılacağını, belediye barınaklarındaki köpeklerin fotoğraflarının çekilerek internet sitelerinde sahiplendirme ilanı yayımlanacağını, bir ay içinde sahiplenilmeyen köpeklerin de iğne ile ya da ilaç verilerek “uyutulacağını” yani öldürüleceğini bildiriyor.

Daha sonra öldürülen köpeklerden boşalan barınaklara alınacak yeni hayvanlar için de aynı süreç tekrarlanacakmış. Yani doldur boşalt şeklinde sürekli bir katliam silsilesi ile köpekler yok edilecekmiş. Utanmadan buna “merhamet koşulları içinde uygulanacak insani ve acısız yöntem” diyorlar. O nasıl merhamet ki her köpeği potansiyel suçlu ilan edip hayatını alıyor?

Etkin bir kısırlaştırma yapılmadığı sürece sokaktaki hayvanlar üremeye devam eder. “Öldürmek kısırlaştırmaktan ucuz” diye hesap yapanlar, insanlık tarihine gaddarlıklarıyla geçer, tüm dünyanın nefretini kazanır.

Bir kez daha yazıyorum: İnsanlar tarafından evcilleştirilip sömürülen, üretilip satılan ve üzerlerinden ticaret yapılan köpeklerin sayısı, belediyelerin 2004’te yürürlüğe giren 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’ndan kaynaklanan yükümlülüklerini 18 yıl boyunca yerine getirmemesi, kısırlaştırma için ayrılan ödeneği başka alanlarda kullanması, kendi sınırları içerisindeki hayvanları gece yarısı araçlara doldurup başka belediyelerin sınırlarına atması yüzünden çoğaldı!

  Gönüllüler, yıllardır aç, susuz ve bakımsız bırakılan sokak canlarına yıllardır kendi olanaklarıyla yardımcı olmaya çalışıyor ama devlet kurumları sorumluluklarını yerine getirmediği için şimdi bunun bedeli hayvanlara canları alınarak ödetilmeye çalışılıyor.

Bu adaletsizliktir, zulümdür, vahşettir, şiddettir! Yaşam hakkı savunucuları, bu katliama TBMM’de geçit veren milletvekillerini asla affetmez, hiçbir şekilde, susmaz, sinmez!” …

  

   Yazdığım gibi, hayvanların bir dini olsaydı eğer, şüphesiz insanı şeytan suretinde hayal ederlerdi…

   İnsana, insan yaşamına, iktidarlarının ve saltanatlarının milyarda biri kadar bile değer vermeyen iktidar, şimdi gözünü sokaktaki dostlarımıza dikmiş durumda… Ve ölümü uyku sanıyorlar ve ölümü bize uyku diye yutturmaya çalışıyorlar…

   Ve ben bu vatan toprağını, bu vatanın insanlarını ve canlılarını harcamaya ant içmiş, iktidar erklerini görünce, buna ses çıkarmayan insan müsveddelerine de sürekli denk gelince, kargaları, kumruları, muhabbet kuşlarını, serçeleri, kedileri, köpekleri neden daha çok sevdiğimi daha çok anlıyorum… Ümran Akyavaş hocamın bitmeyen mücadelesini de öyle…

   Hep birlikte, “Eyy iktidar, eyy yasa yapıcılar, peki ya siz ölümü uyku mu sanıyorsunuz?” diye haykırmadıkça, anlayacaklarını da sanmıyorum…

   Hangi inançtan olursanız olun, ötesi de var çünkü!…

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sosyal Medyada Paylaşın:

BİRDE BUNLARA BAKIN

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • ÇOK OKUNAN
  • YENİ
  • YORUM