Felsefesi olmayan düşünce düşünce değildir.
Gençlere günlük tükettikleri hazların ötesinde nasıl bir dünya istemeleri gerektiğini anlatmak lazım.
İyi bir mesleğiniz olsa bir dünya paranız olsa Suriye gibi özgürlüğünüzün ve can güvenliğinizin olmadığı bir yerde yaşamak istemisiniz ?
Güvenliğinizin olmadığı yerde zengin olmak hiçliktir.
Sovyet delegeler Stalin’i çalışma odasında ziyaret eder.
Görüşme bitip delegeler odadan çıkarken Stalin piposunu aramaya başlar. Kağıtların altına, masaya bakar bulamaz.
Bunun üzerine siyasi polis şefi Lavrenti Beria’yı çağırır: “Delegeleri koridorda yakalayıp bak bakalım. Pipomu onlardan biri mi almış?”
Beria koşarak çıkar. Bir süre sonra Stalin piposunu masanın altında bulur. “Beria, gel buldum pipoyu gerek kalmadı.”
Beria cevap verir: “Biraz geç kaldınız efendim. Delegelerin yarısı piponuzu aldığını itiraf etti. Geri kalanı da sorgulama sırasında öldü!”
Hikaye ama çok şey anlatıyor.
Bu kitap diktatörlüğün aslında bir ruh hastalığına tekabül ettiğini açıklamakta .
Her şeyin bir nedeni vardır …
İster totaliter ister otoriter rejimler tek başına ortaya çıkmaz …
Nedenli Tiranlık ise veya tek adam rejimi ise bunun muhakkak birde nedeni vardır …
Buna neden-nedenli ilişkisi diyoruz .
Kitaptaki bence en can alıcı tespit burası…
Diktatörlükte iki tarafın da rızasını gerektiren bir insan ilişkisi söz konusudur denmekte .
Halkı kul köle etmeye çalışan bir tiran ve kul köle olmaya razı bir halk.
Yine benim iddiam asabiyete dayalı ırki ve dini milliyetçilik olmadan tiranlık, diktatörlük ve tek adam düzeni gerçekleşemez.
Muhakkak içinde tapınma objesi olarak kutsallaştırılmış imgeler olacaktır…
Kutsala dayalı rejimlerin ana dayanağı şiddete yaslanmaktır …
İster Kilise doktrini ister cihatçı İslamcılık ile kast edilen dini rejimler olsun ister Marksist sınıf savaşlarına dayalı, ister Baas tipi Arap veya Sırp, Alman vs vs vs milliyetçi rejimlerin tamamı şiddete dayanmak zorundadır.
Orta doğuda ki Arap milliyetçiliğinden Almayandaki faşist Nazi yönetimine Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri olan Stalin’in diktatörlük rejiminden, Putin’in bu günkü Rusya’sı ve Çin Kuzey Kore dahil Amerika’nın, İsrail’in emperyalist tüm operasyonlarına kadar bu iki asabiyet rahatlıkla gözlenebilir …
“Milyarlarca kişi özgürlüklerin ihlal edildiği; insan haklarının çiğnendiği; tutuklama, işkence, yargısız infaz, yolsuzluk, iktisadi verimsizlik, fakirlik, cehalet, bulaşıcı hastalık ve toplumsal adaletsizliğin kol gezdiği otoriter rejimlerde yaşıyor.
Diktatörlük insanlığa tehdit oluşturan ve kesinlikle mücadele edilmesi g1ereken bir hastalıktır. Bir hastalığın tedavisinde ilk adım nedenlerin, ortaya çıkış koşullarının, semptomların ve hem halklarda hem de diktatörün kendisinde meydana gelen komplikasyonların araştırılmasıdır.
Epey bir süredir ülkeler liderleriyle, liderlerinin siyasi tercihleriyle ve önüne -izm gelen ideolojilerle anılıyor ve anlaşılmaya çalışıyorlar. Bu, aslında toplumsal oluşumların liderlere indirgenebildiği ve diktatörlüğe meyyal bir siyasi kompozisyona da işaret ediyor. Uzun yıllara yayılan demokratik mücadeleler sonucu oluşmuş kurumlar ve gelenekler liderler tarafından aşındırılıyor ve gereksizleştiriliyor.”
Genç yaşta ölen 16. yüzyıl Fransız filozoflarından Étienne de La Boétie ölümünden sonra yayımlanan risalesi Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’de şu fikirleri ileri sürer:
1) Özgürlük insan mizacının doğal gereğidir. La Boétie’ye göre hayvanlar özgür doğar ve doğal mizaçları gereği özgürlüklerini sonuna kadar savunurlar. Bir hayvanın canını yakmadan özgürlüğünü elinden alamazsınız. Her hayvan özgürlüğü için cesurca dövüşür ve birçok hayvan esir düşmektense ölmeyi tercih eder. Örneğin filler avcılarıyla sonuna kadar dövüşüp, yenileceklerini anladıklarında dişlerini son bir çabayla ağaçlara vurup kırmaya çalışırlar; çünkü dişlerini feda ettikleri takdirde avcıların fildişi karşılığında onlara özgürlüklerini bağışlayacağını düşünürler. Tüm hayvanlar özgürlüklerini korumak için böyle şeyleri göze alabilir. İnsan da hayvan gibi özgür doğar ancak bazen özgürlüğünden vazgeçip bir tiranın idaresine boyun eğer.
2) Tiran da bir bireydir. La Boétie, tiranın halkı kendi rızasıyla kul köle edebilen, rıza üretemediğinde ise hiç kimseye diz çöktüremeyen bir birey olduğunu vurgular. Dolayısıyla bir dikta rejimi devletin politikalarını mutlak yetkiyle belirleyen; siyasi muhalefeti ezip tüm muhalif sesleri bastıran, silahlı kuvvetler ve güvenlik teşkilatında mutlak kontrolü olan bir devlet başkanının yönettiği rejim sadece tiranın kendi isteğiyle ortaya çıkmaz.
İki tarafın da rızasını gerektiren bir insan ilişkisi söz konusudur:
halkı kul köle etmeye çalışan bir tiran ve kul köle olmaya razı bir halk.
3) Gönüllü kulluk. Bir halk özgürlüğünü kendi rızasıyla ya da zorla bir bireyin iradesine teslim ettiğinde, o birey diktatöre dönüşür. Doğal mizaç ile toplumsal görenek arasındaki tezat bu noktada belirginleşir: Bir tarafta insanı (hayvanın durumunda olduğu gibi) özgürlüğünü korumaya sevk eden doğal mizacı, öbür tarafta tiranın iradesine uzun süre boyun eğmekle sonuçlanan toplumsal görenek vardır. Görenek doğal mizaca ağır basar ve yıllar geçtikçe başka hiçbir şey bilmeyen kuşaklar otoriteryenizm fikrine alışırlar. Otoriteryenizme alışmak La Boétie tarafından ilkin terbiye edilmeyi reddedip binicisine direnen ama sonunda hem binicisini hem de kulluk sembolleri olan eyer ve gemi kabul edip kasıla kasıla yürümeye başlayan bir atın durumuna benzetilir. Diktatörlük koşullarında yetişen ve özgürlüğün anlamını bilmediği gibi herhangi bir özgürlük ihtiyacı da duymayan kuşakların durumu buna benzer – La Boétie’nin dediği gibi insan sahip olmadığı bir şeyi özleyemez. Öte yandan sahip olmadıkları özgürlüğü isteyen bazı şanslı bireyler de vardır; bunlar özgürlüğü hayal edip kulluğu reddeder ve özgürlük mücadelesine girişirler.
Aklınıza ve yüreğinize sağlık Abi.
Harika tesbitler..Ufuk açıcı ve çok değerli bir Analiz.Çok yararlandım Teşekkürler değerli Ağabeyim