HAVA LEYLÂK VE TOMURCUK KOKUYOR…

HAVA LEYLÂK VE TOMURCUK KOKUYOR…

Bahar gelmedi bu sene. Usulca çiseleyen yağmurun tadını çıkarıyorum bende. Uludağ eteklerinde, teferrüç parkının ıslak parkeleri, hafif çamurlu toprağında yürüyorum. Havada toprakla karışık ot kokusu. En çok da, Leylâk ve tomurcuk kokusu. Bir sigaramdan, bir de çiçek bozumu bu kokulardan çekiyorum ciğerime… Koltuğumun altında Yeni Marmara, Cumhuriyet, Birgün, Karar, Evrensel, Sözcü ve Sabah gazeteleri. Islanmasınlar diye ceketimin içine sokuyorum onları. Karar verdim, artık günlük gazete almayacağım. Belki birkaç edebiyat dergisi, belki birkaç kitap. Siyaseti boş verdim, en çok edebiyat…

Mahalle kahvehanesine uğruyorum, Yeni Marmara Gazetesi bırakıyorum. Kadir Ağabeyin çayından içmesem olmaz. Birkaç masada gençler kâğıt oynuyorlar. Yaşlılar kapı önünde, çaylarını, sigaralarını içip, sessizce sohbet ediyorlar. Seçimlerden çıktık, yorumlara kulak misafiri oluyorum, kabulleniş, dinginlik, yorgun toplumun ekseriyetinin mutluluğu…

Yağmur çiselemeye devam ediyor. Nemli bir ıslaklık benimkisi. Eve geliyorum. “Hoş geldin, nerede kaldın? Islanmışsın! Otobüs mü geç geldi?” Rutin eve giriş sekansı, Güler yine formunda. “Hiçbir yağmurda sensiz ıslanmaya cesaret edemedim ben. İşte bundan pencereden öteye geçemedi hayallerim” diyorum.

“???!!!”

“Belki yağmura gerek kalmazdı, insanlar bu kadar kirli olmasaydı!”

“???!!!”

“Boş ver hayatım” diyorum Güler’e, “Bazı insanlar yağmuru hisseder, diğerleri ise sadece ıslanır. Ben hem hissettim, hem de azıcık ıslandım”

Balkon masasına fırlatıyorum gazeteleri. Kül tabağını, sigara ve çakmağımı da masanın aksesuarı olarak kombine ekliyorum. Hava kararmak üzere, çay demliyorum. Balkon camlarını ardına kadar açıyorum. Yağmur esintisi, Uludağ eteklerinden kokular sunmaya devam ediyor. Hava Leylâk ve Tomurcuk kokuyor. Çay, Sigara, Leylâk, Tomurcuk, Ot ve toprak kokusu, Güler, Gazeteler ve ben…

Erkan Irmak’ın “Kayıp Destan’ın İzinde. Nazım Hikmet, İdeoloji ve Yeniden Yazmak” kitabı da bir önceki geceden kalma, masanın köşesinde duruyor. Biyografi, Anı ve İnceleme kitapları da okumayı severim. Bu gece de uzun olacak. Kitaplar yarım bırakılmamalı…

K dergisinde mi, başka bir edebiyat dergisinde mi okumuştum, hatırlamıyorum. Türkiye’nin son 100 yılını meşgul eden Nazım Hikmet Ran’ın son gecesini, Vera ile yaşadığı o unutulmaz son gecesini… Etkileyici, dramatik, duygusal, trajik ve şaire yakışan o 2 Haziran 1963 gecesini… Yer Moskova, Nazım Hikmet kendini iyi hissetmiyordur. Televizyonu açarlar, Bükreş’ten yayın yapan bir kanalda, Caz konseri vardır. Bir süre caz dinlerler. Vera’nın yanına oturur Nazım Hikmet, elini tutarak, “hadi gel, tabloları nereye asacağına bakalım” der. Aralarındaki diğer konuşmalar dramatiktir. Nazım, çok fazla kalamayacağını hissettiğini söyler, Vera gözyaşları içeresinde, daha çok yaşayacağına inandığını ifade eder. “İki yıl daha yaşamaya söz verir” Nazım Hikmet.

Aniden, “Bağışla beni Vera” diye ekler sonra Nazım Hikmet; kıskançlığıyla, zor bir insan oluşuyla, ne kadar üzdüğünü, artık kendisiyle yaşamanın daha kolay olduğunu” falan bahseder. Bu arada, komşu çocuğu, gazetelerin arasına sıkışmış bir mektubu getirir. Nazım’ın okuyacağı son mektup, Yaşar Kemal’den gelmektedir. İşsiz, evsiz kalmıştır Yaşar Kemal, 15 Haziran’da Budapeşte’de buluşmak ister, Vera’ya ‘gelinim’ diye hitap edip, siz yazıyor musunuz?” diye sorar…

Mektup sonrası biraz canlanır, Yaşar Kemal’in İnce Memed kitabını arar ama bulamaz. Bir süre müzik dinlerler, sohbet ederler, sonra Vera’ya dönerek, “Kalk Vera’cığım kalk da parka gidelim. Kestane ağaçlarının altında otururuz. Baştan aşağı çiçek içindedirler. Ev boya kokuyor, çok boğucu bir hava” der… Sabaha kadar konuşurlar, Annesi, hapis günleri, sabırsızlığı, şiirleri, hayata ve kavgasına olan tutkusu, memleket hasreti, heyecanları, coşkusu, düş kırıklıkları, tam bilinmiyor ama belki de unutulmaz aşkları… Bir yandan çiçek açmış kestane ağaçları dinler, yorgun ve bitkin Nazım Hikmet’i bir yandan da, gözünden uyku akan Vera…

Sabaha karşı 02.30’da Teferrüç Parkının ıslanmış banklarından kalkıp, serin havada eve dönerken, “Yazarlar ve şairler hakkında ne kadar çok şey biliyorsun?” diye soruyor Güler… “Bilmek ve yaşatmak lazım” diyorum Güler’e, “Birileri bunları yaşamalı ve yazmalı. Yazmak için yaşamalı, yaşamak için yazmalı” diye de ekliyorum…

Vera, sabah 07.30’da kalktığında, Nazım’ı yatakta ve oturma odasında bulamaz. Banyo, tuvalet yoktur. Nazım Hikmet,  askılığın yanında, yerde, sırtını kapıya yaslamış bir halde, ayağının biri bağdaş kurmuş gibi altında, diğerini uzatmış halde ölü yatıyordur…

İlk aşk mı, aşklar mı önemli bu hayatta, yanında öldüğün, “bağışla beni” diyebildiğin, sabaha karşı parklarda içini dökebildiğin son aşk mı? Milan Kundera’nın “Gülünesi Aşklar Kitabı” geldi aklıma, “Acaba ölünesi aşklar mı” daha önemli yoksa…

Gariptir, Nazım Hikmet gerek Türkiye’de gerekse yurtdışında yazdıklarıyla sosyalist gerçekçi bir yazar olarak tanınsa da, özellikle ülkemizde belki bilerek, belki de bilmeyerek aşklarıyla magazinleştirilmeye çalışılan bir figür haline getirilmiştir. Sabiha Hanım, Azize Hanım, Şükufe Nihal, Nüzhet Hanım, Yelena Yurçenko, Piraye, Semiha Berksoy, Suat Derviş, Cahit Uçuk, Münevver Andaç, Galina Grigoryevna Kolisnikova, Yeniden Piraye ve Vera Tulyakova… Kitaplara, tezlere, makalelere, bazı filmlerin içine konu olmuştur. Özellikle Piraye’ye mektuplar, yazarın birçok şiiri ve kitabından daha meşhurdur…

Yeniden Erkan Irmak’ın “Kayıp Destan’ın İzinde. Nazım Hikmet, İdeoloji ve Yeniden Yazmak” kitabına dönüyorum. Yazar bu incelemesinde, Nazım Hikmet’in, “Kuvayı Milliye Destanı” ve “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitaplarına eğilerek, yazma sürecini, tarihin toplumsal sürecinde, yazarın da yaşamıyla birlikte ele alıyor. Önce yasaklı ve hapis, ardından da yasaklı ve sürgünde olan Nazım Hikmet, bugün vatandaşlık hakkı (özürlerle olmasa da) iade edilmiş, kendisini hainlikle suçlayanlar tarafından şiirleri parti kongrelerinde veya uluslararası toplantılarda okunan, kitapları Milli Eğitim’in belirlediği temel eserler listesine girmiş. Oyunları devlet tiyatrolarında oynayan, Kültür Bakanlığı’nın önerisiyle UNESCO tarafından 2002 yılında adına etkinlikler düzenlenen ve devletin matbaalarında basılmış bir armağan kitap hazırlanan, içerikleri tartışmaya açık olsa da, üniversitelerde hakkında tezler yazılan bir şairdir.

Peki, Kuvayı Milliye Destanı nasıl yazıldı?

Nazım Hikmet 1938 yılında askeri isyana teşvik suçlamasıyla 30 yıla yakın bir mahkûmiyetle cezalandırıldığında, dönemin en önemli siyasi figürlerinden Cumhurbaşkanı (1939’dan itibaren) İsmet İnönü, Nazım Hikmet’in dayısı olan Ali Fuat Cebesoy, dönemin Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer ve ayrıca Şükrü Kaya, Şevket Süreyya Aydemir gibi tek partili o yılların önemli isimleri, Nazım Hikmet’e önce rejimle olan ilişkisini normalleştirmesini, ardından da hapisten çıkması için bazı vaatlerde bulunmuşlardı. Bunların bazıları şifahen ve doğrudan, bazıları da üstü kapalı ve dolaylı gerçekleşse de, bu vaatlerin sonucunda Nazım Hikmet Kuvayı Milliye’yi yazması için teşvik ve telkin edilmişti. Bu isteklere başlarda karşı koymasına rağmen özellikle 28 yıl gibi çok uzun süreli mahkûmiyet kararı kesinleşip onandıktan sonra, Nazım Hikmet zaman içinde verilen sözlerin de etkisiyle Kuvayi Milliyeyi yazmaya başlamış, buna bir anlamda mecbur kalmıştır. Ancak daha sonra, yazdığı eserin mevcut koşulları değiştirmeyeceğin, vaatlerin yerine getirilmeyeceğini anladığında Kuvayı Milliye’yi yayımlatmaktan vazgeçmiş, onu Memleketimden İnsan Manzaralarının içinde değerlendirmiştir. 1950 yılında hapisten çıkıp zorunluluklar nedeniyle Kuvayı Milliye’nin yayımlanması söz konusu olana kadar da bu kararının arkasında durmuştur. Yani Kuvayı Milliye, sipariş ve telkin üzerine, biraz da mecbur bırakılarak, Cumhuriyet söylemiyle, resmi tarih ve ideoloji anlayışıyla, Kemalizm’le ortaklık içinde yazılmış bir metindir.

Kuvayı Milliye, basıma girdiği 1965 yılından bu yana tartışılmaya devam ediyor. Gerçek anlamda Türkiye Komünist Partisi’nin sahip çıktığı bu destanı 55 yıldır tartışmayan kalmadı. Muhafazakârlar, Dinciler, Ülkücüler, Milliyetçiler, Kemalistler, Ortanın Solcuları, Sosyal Demokratlar, Merkez Sağcılar, Liberaller tartıştı, her kelimesi, her mısrası didik didik edildi. Nazım Hikmet vatan şairi miydi, hain mi? Kurtuluş Savaşı Destanı mı yazdı, Komünist Manifestodan alıntılar mı yaptı. Destanı halk mı yarattı, asker mi, Türk Ocakları mı, emekçiler mi? Destanda kimler ne için yer aldı, kimler dışlandı? Siyasi tartışmaların odağında bir müthiş eser tartışılmaya devam ediyor. Ben edebiyat tarafını tutuyorum!

Erkan Irmak bu detaylı araştırma kitabında, Nazım Hikmet’in, ulaşıp ulaşmadığı belli olmayan Atatürk’e yazdığı mektubu, sürgünleri, Kuvayı Milliye Destanında, Nutuk ile olan fikir birliğini, bu eserin uzun yıllar süren yazma sürecindeki sürekli değiştirilmesini de edebiyat, sanat ve toplumsal açıdan bizlere başarıyla sunuyor. Moskova, Sofya, Varna yılları, şiirlerinin yazılış süreci, Bursa Hapishanesi günleri de kitapta detaylı inceleme konusu olmuş. Yapı Kredi Yayınlarından çıkan bu kitabın mutlaka okunması, en azından Nazım Hikmet şiirleri, Nazım Hikmet edebiyatı sevenler açısından bir keyif olacaktır diye düşünüyorum.

Büyük usta Nazım Hikmet, hapisleri, sürgünleri, şiirleri, aşklarıyla Kuvayi Milliye’yi hangi şartlarda, ne için yazdı, biz bugün nasıl okuyoruz? Bu dönemin ünlü yazarlarını, gazetecilerini de bir gün bu açıdan değerlendirebilecek kadar yaşayabilecek miyiz? Şifahen, ima yoluyla, dolaylı, yüz yüze, ekonomik gerekçelerle, hapislerle, sürgünlerle, işsiz kalarak, parasız bırakılarak, mecbur hale getirilerek, mahalle baskısı ya da toplumsal baskılarla veyahut bağımlı bağımsız görünenlerle biçimlenen günümüz yazı, yorum, haber ve edebiyat dünyası yakın bir gelecekte nasıl bir Türkiye ortaya çıkaracak? Nazım Hikmet’e bile Kuvayı Milliye Destanı gibi muhteşem eseri dayatarak, vaatlerle, mecbur bıraktırılarak, baskılarla yazdıran, resmi ideoloji, günümüz şartlarında da böylesi büyük eserlerin çıkmasına neden olacak mı, ya da ucuz roman gerçekliğinde bir illüzyon ile mi yaşayacağız?

İşte bu yüzden gazete almayı bıraktım ben. Umudum edebiyatta…

Bugün 3 Haziran 2023 . Büyük usta Nazım Hikmet Ran’ın 60. Ölüm yıldönümü. Biz her şeye rağmen şanslı bir kuşağız. Kütüphanemde Büyük Ustanın bütün eserleri mevcut. Hepsini olmasa da, yüzde 80’ini okudum, kalanını da okumak adına çaba gösteriyorum. En çok da anlamak adına. Erkan Irmak’ın kitabı, bu yönden büyük bir fayda sağladı bana. Nazım Hikmet külliyatını, gerçekler eşliğinde okumak artık daha anlamlı hale geldi.

Saat sabahın yedi buçuğu. Youtube’den Grup Yorum şarkısını buluyorum. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in o güzel şiiri, “Haziran’da Ölmek Zor” güzel yorumlamışlar. Nazım Hikmet’i saygıyla bir kez daha anarken, gözlerim kapalı, şarkıyı dinliyorum…

işten çıktım
sokaktayım
elim yüzüm üstümbaşım gazete
sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sokakta tomson
sokağa çıkmak yasak
sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!
havada tüy
havada kuş
havada kuş soluğu kokusu
hava leylâk
ve tomurcuk kokuyor
ne anlar acılardan/güzel haziran
ne anlar güzel bahar!
kopuk bir kol sokakta
çırpınıp durur
çalışmışım onbeş saat
tükenmişim onbeş saat
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım
anama sövmüş patron
ter döktüğüm gazetede
sıkmışım dişlerimi
ıslıkla söylemişim umutlarımı
susarak söylemişim
sıcak bir ev özlemişim
sıcak bir yemek
ve sıcacık bir yatakta
unutturan öpücükler
çıkmışım bir kavgadan
vurmuşum sokaklara
sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sarı sarı yapraklarla birlikte sanki
dallarda insan iskeletleri …

GERÇEKTEN DE HAZİRAN’DA ÖLMEK ZOR, LEYLAK VE TOMURCUK KOKULARI, BİRAZ DAHA YAŞA DİYE TELKİN EDİYOR ÇÜNKÜ…

Yazı bitti, Güler tabloların yerini değiştiriyor, ben yine çay, sigara, gazeteler, dergiler, kitaplarla çevrili bir halde balkondayım. Acele etme diyorum Güler’e, “Manzara resimleri, yazar portreleri, Kara Kartal posterleri kalsın yerinde”…
NOT; Bu yazıyı geçen sene yazmıştım ve yoğun ilgi görmüştü. Yine ve yeniden iyi okumalar diliyorum…

Sosyal Medyada Paylaşın:

BİRDE BUNLARA BAKIN

1 Yorum

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • ÇOK OKUNAN
  • YENİ
  • YORUM