CEMAL KIRGIZ YAZDI: TAŞRA’DA BİR ÇİNLİ KADIN TANIDIM. KEDİLER VE KÖPEKLER…

CEMAL KIRGIZ YAZDI: TAŞRA’DA BİR ÇİNLİ KADIN TANIDIM. KEDİLER VE KÖPEKLER…

Taşranın sahil kasabasında Çinli bir kadın tanıdım. İsmi Liyung Li’ydi. Çok da tercih edilmeyen, kimselerin uğramadığı, üstelik çayı da berbat bir deniz kıyısı çay bahçesinde tanıdım onu. Günlük gazetelerim, Yeni Marmara, Cumhuriyet, Sözcü, Birgün, Evrensel, Sabah, Karar ve Hürriyet ile birlikte kedim John Fante ile gitmiştim o çay bahçesine.

“Her sabah bu duyguyla kalkıyordum yataktan. Şimdi kendime bir iş bulmam lazım, lanet olsun. Kahvaltı ediyor, kolumun altına bir kitap yerleştirip ceplerime kalem doldurduktan sonra kapıdan çıkıyordum. Merdivenlerden indiğim gibi kendimi dışarıya atıyordum. Bazen sıcak oluyordu hava, bazen soğuk, bazen sisli, bazen yağmurlu, bazen açık. Koltuğumun altında kitapla iş aramaya çıktığım için önemi yoktu havanın. “Ne işi, Arturo? Ha, Ha! Sana iş, öyle mi? Kim olduğunu bir düşünsene, oğlum! Yengeç katili. Hırsız. Elbise dolaplarında çıplak kadın fotoğraflarına bak, sonra da iş bulmayı umut et! Ne kadar gülünç! Ama gidiyor işte, salak, koltuğunun altında kocaman bir kitapla üstelik. Hangi cehenneme gittiğini sanıyorsun, Arturo? Neden o sağa sapıyorsun da bu sokağa sapmıyorsun? Neden batıya gidiyorsun-neden doğuya değil? Cevap ver bana, hırsız! Kim iş verir senin gibi bir domuza kim? Ama kasabanın öteki ucunda bir park var, Arturo. Banning Parkı adı. Harikulade okaliptüs ağaçları var orda, yemyeşil bir park, Arturo. Ne kitap okunur orda! Oraya git, Arturo. Nietzche oku. Schopenhauer. O muhteşem adamlarla geçir zamanını. İş mi? Peh! Oraya git ve okaliptüs ağaçlarının altında kitabını oku iş ararken…” Charles Bukowski’nin ‘İlahım!” dediği John Fante’nin “Los Angeles Yolu” isimli kitabında, bu satırları okurken, iki ay önce tanımıştım kedimi. Çay bahçesindeki sandalye ve masamın etrafından dolaşmış, sonra ayaklarıma sürtünmüş, kuyruğuyla ayaklarıma minik darbeler indirerek dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Siyah, simsiyah tüylü bir kediydi. Şımarık, oyuncu ve zeki… Sonrasında karışık tostumun içini o ekmeğini de ben yiyerek ilk adımı atmıştık…

Ama kedi gitmiyordu. Birkaç oyun yapıp beni eğlendirmeyi başarmıştı. Kitabıma döndüğünde ise yeniden gelip, ayaklarıma sürtünüyordu. Tuvalete gitmek için masadan kalktım, peşimden geldi. Tuvaletten çıktım beni yine takip etti. Sonra benimle birlikte eve de geldi. Kedi ile aramda-benim değil, onun istediği ve ısrar ettiği- garip, telepatik ve manyetik- bir çekim oluşmuştu. İlk defa biri beni sahipleniyordu!… Charles Bukowski’nin yazdığı gibi; ““Kedinin içinde ruhlar ya da tanrılar yoktur, boşuna aramayın. Ebedi çarkın bir resmidir kedi, deniz gibi. Güzel olduğu için denizi okşamazsın ama kediyi okşarsın –neden?- SADECE SANA İZİN VERDİĞİ İÇİN” gerçekti!…

Elimdeki kitabı masanın üzerine bırakırken, yazarının ismini verdim kediye… O artık John Fante’ydi…

Kimsenin uğramadığı salaş çay bahçesinde, bir ben, bir John Fante, bir garson ve bir de Çinli Kadın vardı sadece. Ve Çinli Kadın Liyung Li, köpeği- sonradan kendisinin isminin Liyung Li, köpeğinin isminin isminin Tarzan olduğunu öğrendiğim köpeği- ile oturuyordu…

O sabah, o deniz kıyısı çay bahçesinde sadece ben, kedim, Kadın ve Çinli olmasından daha tuhaf bir şey vardı ortamda. O da, Çinli Kadının köpeğinin de masada karşısında bir insan gibi oturmuş olmasıydı. Üstelik Çinli Kadın ve Köpek bildiğimiz sohbet ediyorlardı. Sonra aniden bize döndüler. Göz göze geldik. Ben Çinli Kadınla, Kedim de köpeğiyle bakışıyordu. Çinli Kadın da benimle, köpeği de kedimle gözlerini bile kırpmadan, direk temasa geçmişlerdi. Denizden poyraz esti, deniz titredi, hafif dalga geçti ve benim kıllarım ürperdi.

Sonra uysal ve edebi kedim John Fante aniden dişlerini çıkarıp, tısladı. Bunu ilk defa yapıyordu. Köpek insan gibi oturduğu masadan sıçradı, sırtına darbe almış gibi “Kai, kai, kaii!” diye çığlık attı. Sonra köpek kendine geldi ve bu kez o dişlerini çıkartarak, sırtını kamburlaştırıp, saldırma pozisyonu alarak, kedime doğru önce hırladı sonra da havlamaya başladı… Ortam gerilmişti. Çinli Kadın gözlerini halen üzerimden ayırmıyordu. Havada şeytani bir duygu vardı. Bense şaşırmış, aptallaşmış, gerilmiş halde, gözlerimi masa tenisi izleyen birisi gibi, Çinli kadına, köpeğine, kedime ve sonra tekrar Çinli kadına döndürüp duruyordum…

Belki kurtarıcı umuduyla, nafile garsona baktım ama o kasaları ocağın içinden alıp, çay bahçesinin önüne taşımakla meşguldü… Kendime mi, kedime mi endişeleniyordum bilmiyordum. Sonra hava aniden değişti, Köpeğin saldırgan hali nedeniyle az önce iki metre öteye sıçrayan zavallı kedim John Fante kendine gelerek kucağıma atladı. Ve yüzüme baktı. İnanılmazdı. Kedim gülüyordu. Hatta kahkaha atıyordu. Sonra Çinli Kadına baktım o da kahkahalarla gülüyordu ve köpeği de öyle… Ortamdaki tek suratı asık, endişeli ve gergin canlı ben kalmıştım…

“Dalga geçiyorlar” dedi Çinli Kadın.

“Ne?” dedim…

“Ön Yargılarla” dedi…

“Neyin ön yargıları?” diye sordum.

“Kedilerle Köpekler düşmandırlar! Bunun ön yargıları… Aslında birçok insandan, ırktan, mezhepten ve dinden daha çok dostturlar”  dedi…

Ardından kedime bakıp, bir şeyler mırıldandı. Kedim de Çinli Kadına kur yaparcasına mırladı. Kucağımda kıkır kıkırdı… Yüzüme baktı, kucağımdan atladı, mırıldanarak, Çinli Kadının Masasına ve tam karşısında, köpeğinin yanına gitti. Köpek kedime bir pati vurdu, kedim, patiden korkmuş gibi yapıp havaya sıçradı. Sonra köpeğe tıslayıp, o da üçlü pençe vurdu… Köpek de aynı şeyi yaptı ve kedi ile köpek, ister inanın ister inanmayın yine güldüler…

“Kediler ve Köpeklerle konuşabilirsin” dedi Çinli Kadın.  Hava yumuşamıştı. Sonra masaları birleştirdik. Çin’de Bio-Kimya okuyup, uzman veterinerlik yapıyormuş. Hayvanlar üzerinde bir dizi deney ve testlere katılmış. Kediler ve köpekler, Maymunlar ve bazı kuş türleri ile konuşabilme konusunda önemli mesafeler alınmış. Aslan, Yılan, Timsah, Kaplan, Pitbul Cinsi Köpekler, Filler, Akrepler, Ayılar, Gergedanlar, Kurtlar, Tilkiler, Çakallar konusunda yeni girişimler yapılmış. Atlar, İnekler, Koyunlar ve Tavşanlar da umut varmış. Köpek balıkları, balinalar ve Yunuslar için ayrı bir proje hazırlanıyormuş. Sivrisinekler bile insanlarla üç-beş kelime konuşabilme yeteneğine sahipmiş…

Hayvanlarla konuşabilme konusunda kayıtsız kalan sadece iki cins varmış. Biri hamam böcekleri, diğerleri de farelermiş… Hamam Böceklerinde radyoaktif maddelere duyarlı, gelişmiş kimyasal bileşikleri nedeniyle zorlanıyorlarmış. Fareler de ise genetik ve kişisel Çinli düşmanlığı kodları onları engelliyormuş…

“Fareleri biz vampirleştirdik. O nedenle Çinlileri ve dolayısıyla bize benzedikleri için Asyalıları hiç sevmezler” dedi, gülerek…

Sohbet, ilginç, değişik, enteresan, fantastik bir hal almıştı. Tarzan ile John Fante de, birbirlerine sürtünerek deniz kıyısına yürümüş, bir şeyler konuşuyorlardı… Kedim için endişelerim bitmişti.

Fareler konusuna kafam takılmıştı. “Genetik, kişisel Çinli Düşmanlığı derken?” diye sordum…

“Bundan 200 yıl önce Çin’de Veba salgını oldu. On binlerce insan öldü. Fareleri yaktık, öldürdük, zehirledik… Ama hiçbiri etkili olmadı. Sonra Çin Hanedanından bir yetkili bir öneri getirdi. Fareleri canlı yakalamaya başladık. Canlı yakaladığımız fareleri 20’şerli, 30’arlı hazırladığımız özel kutulara attık. Aç kalan fareler birbirlerini yemeye başladılar. Böyle böyle yüz binlerce fare kutumuz oldu. Sonra her kutuda sona kalan, hepsini yemiş fareleri serbest bıraktık. O fareler artık başka bir şey yemiyorlardı. Fareler fareleri yedi. Fareler vampirleşmişti. Böylece, Çin’i veba belasından kurtardık. Ama kuşaklar boyu süren genetik öfkelerini henüz kontrol altına alamadık. Kobay fareleri sorun değil ama kanalizasyon fareleri, tarla fareleri, metruk alanlarda, karanlık kuytularda yaşayan fareler onlarla konuşarak diyaloga geçme girişimlerimize kesinlikle yanıt vermiyorlar… “

“Hımm” dedim… Afallamıştım. “Hımmm!” başka bir şey çıkmıyordu ağzımdan… İyi bir centilmen olarak birer çay söyledim. Sormak istediklerim için zaman kazanıyordum… Garson çayları getirdi, Liyung Li, bana Çin Yeşil Çayını da önerdi. İnsanı sakinleştirip, zihni temizleyip, beyni açıyormuş. “Bulursam içerim” dedim. “Ben sana gönderirim” dedi.

Aklıma sahil kasabası geldi. “Buranın fareleri ne durumda?” dedim sırıtarak…

Çinli Kadın ise ciddiyetini koruyordu. “İstiklal Caddesi, eski Pazar Caddesi girişi, dereboyunun tamamı, Osmaniye ve Hamidiye mahalleleri veba tehdidi altında” dedi. “Kokuyu duymuyor musunuz?” diye ekledi.

Bir şey demeden baktım. “Alt yapı elden geçmeli. Dereleriniz facia. Kanalizasyonlarınız dolu. Fareler çok fazla zayiat vermişler. Bakteri yayıyorlar. Pis koku onlardan geliyor. Yakında sokaklara, caddelere fırlayıp, evleri, dükkânları dolduracaklar. Senin Kahraman Kedinde onlara bir şey yapamayacak. Neyse ki bu Kasabada Kedi çok, farelerin ezeli düşmanı kedilerinize iyi bakın. Ama fareler bu kasabanın tamamını istila ettiğinde, hiç kimse fareler ile beslenen kedileri sevmez” dedi…

“Sivri…” diyordum ki, sözümü ağzımdan aldı. “Sivrisinekler de sevdiler buraları. Özellikle de dişileri çok sevdiler. Belki biliyorsundur, kan emici olanlar dişi sivrisineklerdir… Şimdilik kabile kabile 8 kilometre ötedeki tatil beldesindeler. Ama Eylül’den sonra yine buraya gelecekler. Kanalizasyonlar dolu, dereler pis ve bakımsız, arıtma tesisleri tam randımanlı değiller. Hava nemli, köşe başlarına ıslak sulu kullanılmayan saksılar bırakılmış, zeytinliklerde anızlar var. Temizlenmiyorlar. İnsan potansiyeli de çok büyük. 300 bin nüfuslu kan bankası bu Kasaba. Neden gitsinler ki? Havadan püskürtme ilaçlama falan etkili olmayacak. Sizi fareler ve sivrisinekler bitirecek” dedi…

“Hani Sivrisinekler üç beş kelime anlıyorlardı?” dedim.

“Beni yeme! Buradan Git!… Sadece bu kadarını… Herkes konuşamıyor ki? Öteki insanlar da var. Çoklar… “ dedi.

Sonra bana özellikle kedi ve köpeklerle konuşabilmek konusundan bahsetti. Projeyi, deneyleri anlattı. Moleküler Biyoloji, Moleküler Kimya, Bio-Enerji Aktarımı, DNA, Hücreler, beyin yapıları, Kuantum, Kromozomlar, soğuk füzyon deneyleri, Pavlov’un şartlı refleksi, hayvan salgıları, hayvanların genetik kodları, Hz. Süleyman efsanesi, Hz. Süleyman yaşam öyküsü gibi kavramlar konusunda açıklamalar yapmaya uğraştı. Koyunlar, İnekler kesilmek istemiyor, Atlar özgür çayırlar dışında koşmak istemiyor dedi.

On binlerce kelime ve açıklamalar arasında anladığım, zihni boşaltıp, kedi veya köpeklerin gözlerine bakarak, içinden geçenleri onlara söylemek konusu oldu. Bazı köpeklerin beni anlayacağını sanmıyordum. Kedilerin ise seçilen değil, seçen olduklarını biliyordum… Bir de farelerin veba mikrobu ve bakteri yaydıklarını, sivrisineklerin de bu mikrop ve bakteriye bulaşmış insanların kanlarını emip, diğer insanlara da taşıyıp yayacaklarına inanmıştım…

John Fante’ye baktım yeniden… Tarzan ile birlikte yine birbirlerine sürtünüp, şakalaşarak çay bahçesine dönüyorlardı. Birer çay daha söyledim.

Sonra Aniden, “Aman Tanrım! Fareler ve Sivrisinekler” diye bağırdım…

Çinli Kadın küçük gözlerini kısarak, kahkaha attı.

John Fante Kucağıma geldi. Fare istilasına karşı, John Fante gibi beş kedinin daha beni sahiplenmesini düşünerek, elimde olmadan sağa sola bakıp, başka kediler var mı diye baktım. Yoktu.

Ne diyordu Charles Bukowski?

“Kedilerin en güzel yanlarından biri kendini kötü, çok kötü hissettiğinde –kendilerine özgü tarzlarıyla dinlenmekte olan bir kediye baktığında bir ders niteliğindedir ve
Beş kediye bakmak beş kat daha iyidir.”

Çinli Kadın Liyung Li ve Köpeği Tarzan gitmişti. Çinli Kadın Liyung Li ve Köpeği Tarzan zaten hiç gelmiş miydi? Bilmiyorum… Ona, mademki, köpekler ile konuşabiliyorsunuz, tüm Asya birleşip niye Köpek etini yiyorsunuz” diye soramadım…

Kedi eti de yiyorlar mıydı yoksa? Tüylerim ürperdi.

Ruhum daralmıştı. Kendime gelmeye çalışırken, bir çay daha söyledim. O sırada kucağımdan fırlayarak bir şeylerin peşinden giden John Fante’yi izliyordum. Köşede, çay bahçesinin yağmur gideri borularının olduğu yerde, bir şeyle mücadele ediyordu Kedim… Sonra bana dönüp baktı, önce tısladı sonra güldü ve ağzında o şeyle ve gururla bana doğru yürümeye başladı.

Ağzındaki o şey fareydi. Ve Ağzındaki fareyle birlikte kucağıma zıpladığında kan ter içinde uyandım…

Bir sigara yakıp, hemen balkona koştum. Hava almak için gördüğüm rüyayı daha mantıklı düşünmek için derin bir nefes aldım ve kustum… Sahil kasabası kokuyordu, hem de çok pis kokuyordu. Televizyon geceden açık kalmıştı.  Televizyonda birileri tartışıyordu. Türkiye’nin yüzde 48’i terörist mi, hain mi, yüzde 52’si çok ama çok vatansever mi, bu ülke nasıl oldu da bu hale geldi, neden bölündü, neden kimse kimseyi anlamıyor, neden herkes birbirine düşman diye… Vs, vs, vs… Televizyondan da pis kokular geliyordu. Sahil kasabası Leş Kokuyordu. Kusturacak, tiksindirecek biçimde Fare Leşi Kokuyordu sahil kasabası… Hayat kokuyordu, televizyonlar kokuyordu, insanlar kokuyordu…  Köşedeki parkın kenarına bırakılmış, henüz bir haftalık simsiyah bir yavru kedi, korkudan ve açlıktan miyavlıyordu…

Yumurta kaynattım, bir tasa süt, bir başka tasa su koydum, biraz salam, biraz da peynir doğrayıp, köşedeki parka yöneldim. Dünyayı belki de yavru kediler kurtaracaktı. John Fante’yi çağırıp, boktan dünyadaki, samimi ve gerçek dostluğun ilk adımını böylece atmış oldum…

Sosyal Medyada Paylaşın:

BİRDE BUNLARA BAKIN

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • ÇOK OKUNAN
  • YENİ
  • YORUM