CEMAL KIRGIZ YAZDI : DESCARTES’I ÖLDÜRMEK  DOSTOYEVSKİ’Yİ GÖMMEK

CEMAL KIRGIZ YAZDI : DESCARTES’I ÖLDÜRMEK DOSTOYEVSKİ’Yİ GÖMMEK

DESCARTES’I ÖLDÜRMEK

DOSTOYEVSKİ’Yİ GÖMMEK

Yazdığım bu olay gerçekten de Gemlik’te yaşandı. Gerçekten yaşanan bu olay Gemlik’te oldu mu, ya da Gemlik’te geçen bu olay gerçekten gerçek miydi, bunu bilmiyorum. Okuyucu karar versin…

Gün olur, insanın kaderi bir başka insanın ağzından çıkacak bir çift söze düğümlenir. Size benzeyen, sizinle aynı biyolojik yasalara tabi olan insan ya da insanlar yaşamınızı ve geleceğinizi belirleme konusunda karşınıza çıkarlar. Ya yargıç olarak otururlar orada ya öğretmen ya komutan ya da amir kimliklerinde. Ve siz, yaşamınızın belli noktasında o kişinin kararına bağlarsınız geleceğinizi.

27 Haziran 2021 Saat 23.05 Yer Gemlik Atatürk Kordonu.

Tam 55 Dakika sonra 51 yaşına gireceğim. Kim bilir, kaç milyonuncu kez, ağzımın içi katran sıvısı acı tat ile dolu, kafam bir milyon halde, Atatürk Kordonu’nun kaldırım üstüne asfalt çekilmiş tozlu caddesinde yürüyorum. Sanayi Kuruluşlarının kirlettiği ve kirletmeye devam ettiği Gemlik Körfezinden bir mucize olsa gerek, iyot kokuları halen yükseliyor. Sigaramdan çektiğim duman ile ciğerime doldurduğum iyot kokusu hayatın ve insanların türlü oyunlarına rağmen beni mutlu etmeyi başarıyor.

Balıkçı Barınağını biraz daha geçip, Atatürk Kordonunu Denizle birleştiren dolgu kayalıkların üzerine çıkıyorum. Bilge Balıkçıyı o zaman görüyorum.  Sapını kayalıklara sıkıştırdığı, 0ltasını denize atmış, bir elinde sigara, diğer elinde de “Descartes” okuyan balıkçıyı.

“Düşünüyorum öyleyse varım!” diye bağırıyorum.

Kafasını kaldırıp gülümsüyor. 80 yaşlarında olmalı. Bembeyaz olmuş saçı sakalı birbirine karışmış, burnunun ucuna düşürdüğü gözlüğüyle karşımda duran sevimli bir ihtiyar. Bu haliyle biraz Ernest Hemingway, biraz da Dostoyevski’yi andırıyor. Üstündeki kıyafetlere bakılırsa, en son 1980’lerde yıkanmış biri gibi. Ama yine de tüm karizması ve sevimliliğiyle, kitabının kapağını kapatıp, bana gülümsüyor.

“Felsefe iyidir evlat! Hadi gelsene!” diyor.

Kayalıklara gizlediği kutu biraları var bilge balıkçının. Sormadan bir tanesinin kapağını açıp, bana uzatıyor. Ben de ona sigara tutuyorum.

Oltasını yoklayıp, “Ben kendimin ve çevremin toplamıyım evlat!” diyor.

Biradan büyük bir yudum alırken, soran gözlerle bakınca devam ediyor:

“İspanyol Filozof Ortega Y Gasset’ten bir dizeydi… Bir düşün evlat, bu ülkedeki birçok gelişmiş ve incelmiş insanın dramının temelinde bu cümle yatar. Çünkü sen kendini, beynini, duygularını ne kadar geliştirmiş olursan ol, sonunda yine bu çevrenin parçası olarak kalırsın. Etrafına bak evlat! Bir yanımız vahşi bir sertlikle ve bin bir cambazlıkla sürüp giden siyaset, öteki yanımız her gün ölüp ölüp dirilen, Arap sabunuyla kaplı mermer zeminde rugan papuçla dans etmeye çalışan ekonomi. Emek hırsızlığı, işsizlik, sömürü… Rahip gitti, özgür kaldı, Müslüman ülkenin haline bak! Bir omzuna yumuşak bir şefkat tünemiş, ötekine gözü kanlı bir şiddet… Ölüm, terör, kan, gözyaşı her yerde. Adalet, hukuk iktidarların öngördüğü, lütfettiği kadar!… Yani ne yaparsan yap, kendini nasıl tanımlamaya çalışırsan çalış, sonuçta bu ülke, bu ilçe ortamının bir parçasısın… Benim gibiler, senin gibiler, bizlerin çocukları da böyle olacak. Çünkü eğitime de kafa yorduğumuz yok!”…

İhtiyar oltasını çekti. Sallanan beş tane istavrit var. İğnelerinden çıkarıp, kovasının içine attı. Kovaya baktım, balık kaynıyordu. Sonra oltayı tekrar denize salladı. Sevimli ihtiyarla sohbet ilginç bir hale bürünüyordu. Dikkatli bakınca, bembeyaz olmuş, saçı sakalı birbirine karışmış kirli pasaklı haline rağmen, o kısık gözlerinde yaşamış ve sınanmış bir yaşamın gölgelerini fark ediyordunuz. Bu haliyle tipik bir Dostoyevski tehlikesi mevcuttu. Derin bir psikanalist, fazlasıyla filozofluk, derbeder bir kâhinlik. Dostoyevski’nin yaşam öyküsünde de yer alır, kıyafetleri kötü durumda olan insanların yanına yanaşıp, onlara içki, yemek ısmarlayıp, para vererek hayat hikâyelerini dinlemek. “İnsancıklar” isimli kitabını böyle yazmıştı Dostoyevski… Yemek saatini geçmişti, çok param yoktu, ancak biterse birkaç bira ve sigara alabilirdim. İhtiyar içimden geçen düşünceleri anlamış gibiydi:

“Bira ve sigara bol evlat! Bunu dert etme”

“Ben Cemal Kırg…”

“Kim olduğunu biliyorum evlat. Buraya kaderin için geldiğini de!”

“Ne, Nasıl… Ne, ne demek? Nereden tanıyorsun? Kaderin derken???”

Aslında korku falan değildi hissettiğim. Endişe deseniz o da yoktu. Sadece meraktı. Hayatımda ilk defa gördüğüm, sevimli ve kaçık bir ihtiyarın söylediklerinin devamında nelerin geleceğiydi. Ama yine de kekelemiştim.

İhtiyar, iki bira daha açtı. Birini bana verdikten sonra, diğerini havaya kaldırarak;

“Doğum günün kutlu olsun evlat!

Saate baktım. 00.00

“Geleceğini görüyorum evlat!… Ama önce biraz sohbet edelim… Tarih boyunca insanoğlu durup, durup başını belaya sokmaktan çekinmemiş. Yoksa onca savaş, onca zulüm, işkence, yağmalanan uygarlıklar, kitle katliamı, soykırım nasıl açıklanabilirdi? İnsanoğlunun birbirini kırma, yok etme, incitme konusunda genetik bir eğilimi var. Karısıyla birlikte intiharı seçen yazar Arthur Kostler buna ‘genetik bozulma’ diyordu. İnsanlığın bu eğilimi her aman vardı ama buna karşı çıkanlar da vardı. Bazı yazarlar, filozoflar, sanatçılar, şairler, âlimler savaşsız bir dünyanın hayalini kurdular, yazdılar, anlattılar. Buna rağmen savaşlara engel olamadılar. Ama fark yarattılar diyebilirim. Hiç olmazsa kendi gibi düşünenlerin onurlarını, namuslarını kurtardılar. Savaşsız bir dünya için sağlıklı bir bilinç oluşturma çabasından hiç vazgeçmediler… Nazi katliamı döneminde yaşayanlara çocukları daha sonra sordular; “Savaşta ne yaptın anne, baba?” Bu soru, toplu çıldırmaya, katliamlara, işkencelere, soykırıma, insanlık dışı eylemlere katıldın mı, yoksa insan türündeki genetik bozulmaya karşı mücadele mi ettin? Anlamını içermekteydi… Türkiye’ye bir bak evlat! Manevi bir savaş alanı gibi. İnsanı insan yapan onur, namus, dürüstlük, olgunluk, zarafet, kültür, edebiyat gibi değerler hızla aşınmakta. Bu değerler her geçen gün bombardıman altına girmekte… Sanki etkili ve yetkili birileri, özel olarak bu ülkenin kültürünü, ahlakını, namusunu, sevgisini, saygısını, genlerindeki çok kültürlülüğü bozmakla görevlendirilmiş. İşgal ordularının yapamayacağı tahribatı bunlar yapıyor. Çocukları kültür düşmanı, cahil, bağnaz, sevgisiz, saygısız, görgüsüz kimseler olarak yetiştirmek için büyük çaba sarf ediyorlar. Sen de çok iyi biliyorsun ki, hiçbir kurumda liyakat yok! Ve senin mesleğine bir bak. Namuslu bütün gazeteciler içerideler. Daha da girmeye devam edecekler. En kötüsü de bunu uygulayanlar,  vatan, millet, bayrak adına yapacaklar. Yalnız kalacak ve dışlanacaksınız… Ve ne yazık ki amaçlarına koşar adım ilerlemekteler…”

İhtiyar, nefeslenmek için konuşmaya ara verince; “Tüm bunların benimle ilgisi ne?” diye sordum, biramdan bir yudum alıp, sigaramdan bir nefes daha çekerek:

“Sen soruyorsun, sorguluyorsun, sinirleniyorsun, çıldırıyorsun? Çünkü sen, her zaman bu dönemde ben ne yapıyorum? Çözümlemesi içindesin!… Ama kaderinden kaçamazsın evlat! Sen de bu toplumun bir parçasısın!”

İkinci kutu birayı da dipledim. Sevimli ve çılgın ihtiyar, üçüncü kutu birayı açıp verdi:

“Eee, kaderim neymiş” dedim, omuzlarımı silkip, gözlerimi devirerek:

Dostoyevski bozması ihtiyar bir kez daha gülümseyerek, “Bana sağ avucunu uzat!” dedi.

İnsanlar, gençler, çocuklar, aileler, bu sıcak yaz günü gece yarısında halen sahilde geziyorlardı, seyyar satıcıların birisi gidip, diğeri geliyordu. Ve ben heteroseksüel bir erkektim. Âmâ ya hep ya hiççi bir adamdım. Sonunu görmeyenler, kahraman olamazdı. Daha çok meraktan sağ avucumu kayıtsızca uzattım:

Çılgın ihtiyar elimi iki elinin arasına alıp, avucumu incelemeye koyuldu.

Gözlüklerini düzeltip, sakalını sıvazladıktan sonra, artık sinir bozucu hale gelen gülümsemesiyle bana baktı ve tüm soğukkanlılığıyla:

“Kaderinden kaçamazsın evlat! Bir yıl içinde bir cinayet işleyeceksin. Evet, sen bir yıl içinde birisini öldüreceksin!” dedi.

Elektrik çarpmış gibi elimi ellerinden çektim, o an soğuk bir ürperti tenimi yalayıp geçti, sonrasında alnımdan birkaç damla ter yüzüme süzüldü. Sevimli ihtiyar gözüme artık o kadar sevimli görünmüyordu. Beni sinirlendirmeyi başarmıştı. Ama yine de sakin kalmaya çalışarak, “Saçmaladın moruk!” dedim.

Oltasını çekti, balık kaynıyordu. Kovaya doldurdu. Kova neredeyse balıkla dolup, taşmak üzereydi. Kalkıp üstünü silkeledi. “Burada dört bira ve bir paket daha sigara var evlat! Onları iç ve düşün. Belki işleyeceğin cinayetten önce veya sonra yine karşılaşırız. O zaman da sen bana ısmarlarsın!” dedi.

“Bu kadar mı yani? Beni potansiyel bir katil olarak nitelendirip, gidiyor musun şimdi?

“Gitmem gerek!” dedi ve balık dolu kovayı denize boşaltıp, kayalardan seke seke çıktıktan sonra sahildeki kalabalığa karıştı.

“Descartes’i Anlamak” isimli kitabını kayaların üzerinde bırakmıştı.

İnsanlar kordon gezisini bitirmiş, evlerine çekiliyorlardı. Kordon yavaş yavaş sessizliğe bürünürken, ben bir süre daha takıldım. Dostoyevski bozması ihtiyarın kalan biralarını ve sigarasını içtim. Denize taş attım. Kitabın sayfalarını karıştırdım. İhtiyarın söylediği sözler aklıma gelince midem bulandı, denize kustum. Descartes’i, balıklar da hep düşünsünler, hep var olsunlar diye, denize fırlattım. Ağır aksak, sarhoş adımlarla eve geldiğimde saat sabahın 06’sı olmuştu:

28 Haziran 2021’de 51. Yaş günüm muhteşem geçmişti. Doğum günüm nedeniyle olsa gerek, eşim sabaha kadar nerede ne yaptığımı ve nasıl kaldığımı sormadığı gibi, muhteşem bir kahvaltı sofrasıyla beni ödüllendirmişti. Son yıllarda bastıramadığım bir “çekilme” isteğine rağmen; arkadaşlarım, akrabalarım, meslektaşlarım beni aramış; sosyal medya da tanıdık, tanımadık bir sürü insan doğum günümü kutlamıştı. Oysa bir süredir barlardan, sokaklardan, çılgın kalabalıklardan, çılgın gecelerden elimi ayağımı çekmiştim. İkiyüzlü ve çıkarcı insanlardan, akrabalardan uzaklaşmak en azından beynime ve ruhuma iyi gelmişti. Hayatımda birkaç temiz insan dışında kimse yoktu. Bir yazarın da dediği gibi, “Hayatı bir sincap kadar ciddiye alarak yaşamak” hayat felsefem olmuştu. Doğum günü finalini rakılı bir akşam yemeğiyle yapmak, kaçık ihtiyarı ve söylediklerini unutmama yetmişti.

Unutmuş muydum gerçekten?

Tesadüfen bir ihtiyar ile karşılaşmıştım. Tesadüf diye bir şey var mıydı peki? Yoksa çekim kuvveti, kuantum yasaları, varoluşun derin anlamı mı bizi birleştirmişti o ihtiyar ile? Uzun süre sonra bir bara gitmiştim. Borçlar, alacaklılar, icralar, mutsuzluk ve umutsuzluk nihayetinde puşt hüzünle doldurmuştu içimi. Eve telefon açıp, gecikeceğimi söylemiştim. Sonra aniden içim sıkılmıştı ve 2. Duble rakıyı içerken, bardağı yarısında bırakıp, hava alma isteğiyle kendimi sahile atmıştım. Rakı içmeye devam edebilir, o barda kalabilirdim. Eve gidebilirdim, Atatürk Kordonu yerine Emin Dalkıran Kordonuna çıkabilirdim. Ama hiçbirini yapmamıştım ve o Dostoyevski bozması moruk ile karşılaşmıştım.

“Bana bir yıl içinde bir insanı öldüreceğimi, cinayet işleyip katil olacağımı” söylemişti.

Böyle bir durumda insan ne yapar? Cinayet işleyeceğin, katil olacağı kesin, bunu değiştirmek imkânsız! Peki, kimi, nasıl, neden öldürecektim? Niye katil olacaktım? Beni buna katil olmaya itecek sebepler ve içgüdü ne olacaktı? Ya sonrası, bir hapishane hücresinde, vicdan azabıyla mı ölecektim, yoksa bu işten sıyırmış, kötü ruhlu biri olarak herkes gibi mi yaşayacaktım?

Tanrı bir senaristse, yarattıkları bizler de bir oyuncuyduk. Ancak Tanrı’nın yazdığı gerçek hayattaki oyun ile bizlerin sinemada veya tiyatroda seyrettiğimiz oyunlar arasında büyük farklar vardı. Sinemada veya tiyatrodaki oyuncular, rollerini seçebiliyorlardı ama Tanrı’nın yazdığı oyunda böyle bir şansımız yoktu. Belki de dünya bir sahneydi ve roller kötü dağıtılmıştı.

Günler, haftalar, aylar geçiyordu. Geçim sıkıntısı bir yanda, kiralar, faturalar, gelecek kaygısı diğer yanda hayatı daha çekilmez hale getiriyordu. Öte yandan, ölüm her yerde kol geziyordu. Devletler, hükümetler, ordular, terör örgütleri durmadan birilerini, çocukları ve insanlığı öldürüyordu. Kanser başta olmak üzere birçok hastalıktan insanlar yok oluyordu. Gazetelerde ölüm vardı, dergiler ölümden besleniyordu. Filmler de ölümler, televizyonda ölümler, belgesellerde ölümler vardı. Zaten hayattan elimi ayağımı çekmiştim ve kendimi hayatı bir sincap kadar ciddiye alan biri olarak toplumdan soyutlamıştım ama ölüm ve cinayet fikri beni sürekli kaşımaya başlamıştı.

Sabah kahvaltısından başka yemek yemiyordum. Çay, sigara ve su ile yaşarken, daha az konuşan bir insan olmuştum. Çakma Dostoyevski, sinir bozucu ihtiyarın kehaneti bana her yerde kendini anımsatıyordu. Ölüm-Öldürme fikri bir salise olsun yakamı bırakmıyordu. Daha az uyumaya başlamıştım. Derin uykuya daldığımda ise beni yatağımdan sıçratan şey, katil olduğumu gördüğüm rüyalar oluyordu. Kendi seçmediğim ve asla seçmeyeceğim bir yaşam senaryosu elime tutuşturulmuştu. Kaderim gerçekten katil olmaksa, bunu bir an önce yaşayıp, kurtulma düşüncesinin esareti altına girmiştim.

Artık işi oluruna bırakmak istemiyordum. Önce hayatımda öldürmek istediklerimin bir listesini yaptım. Bana kazık atan, ihanet eden insanlar başta olmak üzere, bazı dönemlerde ekmeğimle oynayan, hakkımda uyduruk dedikodular üreten insanların isimlerini yazmaya başladım. Çakma Dostoyevski bana bir insanı öldüreceğimi söylemişti ve benim elimde kendi elimle yaptığım 1689 kişilik bir liste vardı. Birisini seçersem, diğer 1688’inin halen hayatta olacağı fikri canımı sıkıyordu. Peki, katili olacağım müstakbel maktul, tüm bunların dışında birisi mi olacaktı?

Plansız olmamalıydı. Hapiste yatmak istemiyordum. Faili meçhule götüreceğim bir cinayet işleyerek, korkunç kaderimle yüzleşebilirdim. Ama kim ve nasıl olacaktı?

Bir gece sızdığım koltuktan sıçrayarak uyandım, rüyamda sevgili karımı öldürüyordum. Hemen yatak odasına koştum. Yatağında mışıl mışıl uyuyordu. Hayır, kaderimde böyle bir şey varsa bile yaşamayacaktım. Hayatımda kayıtsız şartsız, beni her şartta seven tek insana bunu yapamazdım. Zaten güzel bir yaşam sunamıyordum ve bir de böyle bir kötülükle ne onu, ne kendimi cezalandıramazdım.

Rüyanın etkisiyle kendimi sokağa attım. Ekmek, sigara alıp, eve dönmekti niyetim. Dar kıvrımlı, Arnavut kaldırımlı bir sokakta dalgın dalgın ilerlerken yaşlı bir kadının seslenmesiyle irkildim:

“Evladım, evladım bakar mısın? Evladım, sana söylüyorum, bakar mısın?”

Kafamı kaldırdım, 1970’lerden kalma eski bir binanın birinci katından, yaşlı bir teyze bana sesleniyordu. “Buyur teyze, ne var?”

“Evden inemiyorum evladım, şu köşedeki bakkaldan bir ekmek, bir salça, bir de yoğurt alır mısın” deyip, kaldırıma 50 lira para fırlattı.

Parayı alıp, bakkaldan siparişlerini torbaladım. Teyze evine davet etti. İçeriye girmedim, kapıdan siparişini ve para üstünü verirken, hayatının kısa özetini dinlemek zorunda kaldım:

“Ah evladım, çok sağ ol. 92 yaşındayım, artık ayaklarım tutmuyor. Senin gibi iyiliksever insanları görünce ihtiyaçlarımı onlara aldırıyorum. Çocuklar torunlar burada değiller, bir evladım İstanbul’da, ötekiler Antalya’da. Ayda yılda bir gelecekler de… Neyse evladım, Allah ne muradın varsa versin… Öğleden sonra da birilerini yakalar, eczaneye gönderirim, romatizma ve mide ilaçlarım bitti. Onları alırlar…”

“Ben alırım teyze” dedim, o an kâinatın bütün şeytanları içime hükmetmiş bir şekilde:

Kadın bildiği tüm duaları ederek, reçetesini verdi bana.

Kaderimle yüzleşme vakti gelmişti. Tanıdık eczaneden kadının ilaçlarını aldım. Sonra bildiğim bir torbacıya uğradım. Defalarca hapse girmişti, uyuşturucuya duyarlı Gemliklilerden defalarca dayak yemişti ama bir türlü uslanmamıştı. Beni tanıdı, artık bu işi yapmadığını falan söyledi. Ama ısrar edince ve kimseye söylemeyeceğime yeminler edip; iki katı para da teklif edince, bana iki hap satmayı kabul etti.

Kapıdan çıkar çıkmaz polisi aradım. Yaptığım planda kendi kaderimle yüzleşmek adına 92 yaşındaki ihtiyar ölebilirdi ama gençleri kimse zehirleyemezdi. Tuhaftı, polis ne ismimi sordu, ne adresimi, teşekkür edip, ekipleri verdiğim adrese göndereceklerini söyledi. Her şeye rağmen iyi bir adamdım. Torbacı belki bu kez uslanırdı.

Ama uyuşturucu belasından, bu dünya, bu Türkiye bir torbacı ile kurtulamayacaktı. Kolombiya’dan, Venezuela’dan Türkiye limanlarına gönderilen tonlarca kokaini düşündüm, midem bulandı. Uyuşturucu baronları bu ülkede fink atıyordu. Acaba birini denk getirebilir miydim? O taraklarda bezim yoktu. Olsa da, faili meçhulde bırakamazdım, daha öldürürken, benim de işimi bitirirlerdi. Yeniden kendi, basit ve kötücül planıma döndüm.

Teyzenin haplarıyla, bazı gençleri kendinden geçirip, delirten uyuşturucuları yan yana kontrol ettim. Uyuşturucu haplar biraz daha koyu renk olsalar da birbirine benziyorlardı. Neredeyse koşar adımla teyzenin evine geldim. Kapıyı dualarla açıp, beni içeriye davet etti. Bana titreyen elleri ve adımlarıyla bir fincan çay getirdi. Kendine de gidip bir su bardağı aldı. İlaçlardan birer tane çıkarıp, sehpaya koymamı istedi. Sehpaya koydum uyuşturucuları.

Çayı içip, fincanı mutfakta yıkayıp, bulaşıklıya bırakıp, evden fırladım. Parmak izi bırakamazdım.

Kaderimle yüzleşiyordum. 92 yaşında, eli ayağı tutmayan, yeterince yaşamış bir ihtiyardı. Yanlış ya da farklı dozda ilaç almış olabilirdi. Kimse şüphelenmezdi. Bir tanesi bile genç insanı delirten uyuşturuculardan iki tane birden bırakmıştım. Kana karışır karışmaz, damarlar genişleyip, büzüşecek, kan delice pompalanacak, kalp ritmini bozacak ve teyze daha ne olduğunu anlayamadan, bu dünyadaki son saniyelerini geçirip, göçüp gidecekti.

Vicdanımı rahatlatmak için, sosyal medyadaki anneler günü, babalar günü kutlamalarını düşündüm. Kendilerine her şartta bakmış, bin bir emekle, mücadeleyle büyütmüş anne ve babalarını ilk fırsatta huzurevlerine kapatan şerefsiz yavruları bile anne ve babaları hakkında, güzel sözler, şiirler yazıp, şarkılar paylaşıyordu. Teyzenin hiç tanımadığım çocuklarını düşündüm, torunlarını aklıma getirdim. Angarya görüyor olacaklardı ki, Gemlik’te bu köhnemiş eski binaya hapsedip, çekip gitmişlerdi. Belki de bu kara yazıyı dengelemede bir araç olacaktım…

Çakma Dostoyevski’nin Kehanetini böylece yerine getirmiştim.

Yine uyuyamamıştım.  Sabah erkenden sokağa fırladım. Koşar adımla teyzenin yaşadığı sokağa girdim. Tahmin ettiğim gibiydi. Evin önü kalabalıktı. Renk vermesem de sinsice ne olduğunu bildiğim yere,  telaşsız adımlarla evin önüne geldim. Komşularından birisi, “İyi bir kadındı. Kalp krizinden ölmüş. Dün süt siparişi vermiş, benim hamın çocukları okula geçirdikten sonra sütü vermek için kapıyı çalmış, açmayınca meraklandık. Polis çağırdık. Gelince de koltukta oturur vaziyette öldüğünü gördük. Allah rahmet eylesin” diyorlardı.

Apartmana yönelip, merdivenlerini ikişer, üçer çıkıp, teyzenin ardına kadar açık daire kapısından içeri girdim. Komşuları olduğunu tahmin ettiğim beş-altı kadın cenazenin başında duruyorlardı. Sehpaya baktım. Beynimden kaynar sular döküldü. Uyuşturucular bıraktığım gibi orada duruyordu. İçi su dolu bardağa bile dokunulmamıştı. Kadın daha uyuşturucuları içemeden eceliyle ölmüştü. Sehpanın görülmesini ayaklarımla engelleyecek biçimde yere yatırılmış ve üstü çarşafla örtülmüş yaşlı kadının cesedinin başına gidip dua ettim. Çaktırmadan uyuşturucu hapları alıp, koşar adın sokağa attım kendimi.

Katil olmamıştım. Sevinsem mi, üzülsem mi bilemiyordum. Uyuşturucu haplar, polisin de eline geçmemişti. Bu iyi miydi, kötü müydü onu da bilemiyordum.

Ölüm, öldürmek, cinayet, tutkum, saplantım olmuştu.

Bir kâhinin, bir delinin, bir çılgının, bir manyağın belki de laf olsun diye elime tutuşturduğu kötü senaryo, beni benden çıkarmıştı. Başka bir insan olmuştum.

Yine haftalar, aylar geçiyordu ve ben kaderimle yüzleşmek, cinayet işlemek; bu ruh halinden kurtulmak için elimden geleni yapıyordum. Bir gün borcumu geciktirdiğim bir alacaklı, telefonda hakaret etti diye onu buluşmaya çağırdım, gelmedi. Bir keresinde barda küfürlü konuşan birisine kafayı taktım ama benden önce başkaları davranıp, çıkan kavgada adamı bıçakladı. Bir keresinde hiç tanımadığım birisinin arabasın kaputunu açarak, internetten öğrendiğim şekilde kaza yapsın diye fren balatalarını, bujilerini oynadım, kablolarının yerini değiştirdim, yine olmadı. Birisinin dükkânına, o içeride yalnızken Molotof kokteyli atıp, kundakladım, adam oradan da sağ çıktı. Bu olaydan ucuz yırtmıştım. Çünkü mobese kameralar beni birçok açıdan yakalamıştı. Ama kapüşonlu kıyafetler ve maske nedeniyle, ben olduğumu kimse anlamamıştı. Siyanür siparişi verdim, kullanamadım. Bombalı düzenek denedim, evde zor oluyordu ve eşimi de kendimi de havaya uçurabilirdim. Kaderimle yüzleşme yarım kalabilirdi.

Astımlı bir arkadaşıma ki, geçmişte bana kazık atmıştı, ona alerjisini katlayacak kimyasal maddeli parfüm alıp, söylemesine rağmen zorla üzerine sıkmıştım, o da ölmedi. Kış ayları geldi. Toplumdan soyutlanmış bir halde, ölüm ve öldürme fikri ile yanıp tutuşuyordum. Bir başka arkadaşımı gözüme kestirdim. Onunla buluşacak ve bir bahaneyle kavga çıkarıp, bıçaklayacaktım. Üst üste beş gün takıldığı yerleri gezdim, göremedim. Sorduğumda hastaneye kaldırıldığını söylediler. O da Korona Virüsünden vefat etti. Ve televizyonlara baktığımda, dünyada her gün yüzlerce kişi bu virüsten ölüyordu.

Belki de kaderin üstünde bir kader vardı.

Kurşuni gri gökyüzünden, şimşekler çakıp, yıldırımlar düşerken patlayan fırtınada yağan şiddetli yağmuru seyrettiğim bir gün cinayet fikrinden vazgeçtim. İnsanlar doğal afetlerde de ölüyorlardı. Depremlerde de yitip gidiyorlardı. Kanser, Korona, Trafik Kazaları, doğal afetler dünyanın makûs kaderi gibiydi. Ben katil değildim, katil olmayacaktım. Deli bir kâhinin esiri olarak koca bir yılı, türlü çılgınlıklar yaparak, bunalımlar ve depresyon eşiğinde geçirmiştim. Kendi kendime söz verdim. Bir yıl önceki kendime dönecektim. Karar ulu yazıcıya aitti. Ve benim katil olmamı istemiyordu.

Sözümü tuttum.

En azından bir süre. Ölme ve öldürme fikrinden uzak, o mutlu ve kısa bir süre…

27 Haziran 2022 saat 23.05

52 yaşına girmeme 55 dakika var.

Dostlarla içiyoruz. Siyaset, kültür, sanat, edebiyat konuşuyoruz. Rakı güzel. Balık lezzetli. Yaşamak keyifli mi keyifli! İkinci duble rakılar kadehlere dolduruluyor. Dostlar “Hayata” diye kadeh kaldırıyor. Herkes gülüyor. Herkes neşeli. Ben bile! Her şey olması gerektiği gibi! Hatta daha fazlası! Büyükçe bir yudum alıyorum, sigara paketine uzanıp, bir tane yakıyorum. Dumanı üflerken gözüm sahile ilişiyor. Elinde kovayla ilerleyen bir yaşlı siluetle bir anda yüz yüze geliyoruz. Ağır çekim sahnede, bu siluet giderek bana yaklaşıyor ve dibimde biterken, o tanıdık gülümsemesiyle, “Felsefe iyidir. Hadi gel evlat” diye fısıldıyor.

“Birazdan geleceğim” diyerek dostlardan izin istiyorum. Kimse anlam veremese de aniden kalkıp, sahile koşuyorum.

Dostoyevski kayıp. Yine de Atatürk Kordonundaki kalabalıkları yararak, geçen sene buluştuğumuz yere doğru hızlı adımlarla ilerliyorum.

İhtiyarı aynı yerde, oltasını kayaya sıkıştırmış, elinde Politzer’in “Felsefeye Giriş” kitabı olduğu halde beni beklerken buluyorum. Kıyafetleri, gülümsemesi, oturuşu, içi balık dolu kovası ve etrafı dolduran iyot kokusuyla de ja vu yaşıyorum.

Kafasını sallayıp, gözleriyle kayaları işaret ediyor. Gidip yanına oturuyorum. Yine sormadan bana bir kutu bira açıyor. Aynı sahne tekrarlanıyormuş gibi ben de ona sigara ikram ediyorum.

“Moruk! Kehanetlerin çıkmadı!” diye tıslıyorum ona.

Sadece gülümsüyor:

“Çok zorladın evlat, akışa bırakmadın. Bırak ki kader ağlarını örsün! … Hem daha vakit dolmadı ki!” diyor.

“Zırvalıyorsun moruk!” diyorum ona. Bu kez üstüne üstüne gitmeye karar vermiştim.

“Kader hükmünü her zaman yerine getirir evlat!” diyor.

“Yaratıcının yazdığı kaderden öteye kader olmuyor. Sen ne dersen de, palavradan başka bir şey değil bu moruk!” diyorum bu sefer.

“Öyleyse niye zorladın evlat? Zorlamak kaderine karşı gelmek değil mi?”

“Değildi. Sadece bir psikozdu. Geldi geçti. Kaderimde katil olmak, birini öldürmek yok benim. Kendini de kâhin, peygamber, kutsal kişilik falan sanma! Sadece biraz kitap okumuş, biraz da ağzı laf yapan sıradan bir moruksun işte!”

Gülümsüyor, oltasını çekiyor, misineler balık dolu yine. Kovaya dolduruyor. Kova yine balık kaynıyor. Bu kadar kısa sürede bu kadar balığı nasıl tuttu bu moruk?

Dönüp, iki kutu bira daha çıkarıyor.

“Bazı şeyler, plansız, programsız olur. Unutma sen bu toplumun ortalaması bir insansın. Farkındalığın fazla ve zaten her şeyi zorluyorsun. Ne yaparsan yap, ne dersen de, kaderini de yaşayacaksın. Ben sana sadece olacakları söyledim, fazlasını değil. Nitelendirdiğin hiçbir sıfatı da zaten kabul etmiyorum” diyor.

“Sen kimsin o zaman?”

“Anlayacaksın!” deyip, sırıtıyor.

Kızmaya başlıyorum. “Yeter bu kadar gizemli takılma. Hiç sevmem” diye bağırarak, birasını denize fırlatıp, içi balık dolu kovasına tekme atıyorum. Balıklar fışkıran sularla birlikte denize giderken, ihtiyarın yüzü değişiyor. Dostoyevski’nin yerini Antony Hopkins’in oynadığı Hannibal Lecter alıyor. O yaşta kendinden beklenmeyecek çeviklikle ayağa fırlayıp, sağ çeneme sıkı bir yumruk atıyor. Kayalara yuvarlanıyorum. Dizim, dirseğim paralanıyor. Canım çok acıyor. Sendeleyerek ayağa kalkıp, ihtiyara bir yumruk atıyorum. Burnunun tam ortasına geliyor. Ama düşmediğini görünce bir de tekme savuruyorum. Tam böğrüne geliyor tekme, denize fırlıyor.

İhtiyar denize düşüyor ve tuhaf biçimde kahkaha atıyor.

Gemlik Körfezinin yakamozlu sularında kaybolurken, son sözleri, “Doğum günün kutlu olsun evlat!” oluyor.

Saate bakıyorum. 00.00

Başıma toplanan insanları görüyorum. Her biri siluet halindeler. Gölgeleri etrafımda dans ediyorlar. Ve kadınlar, “Deli galiba. Kendi kendini yere atıp, kendi kendine konuşuyor”

Ve diğerleri, “Sarhoş lan bu” diye söylenip, gülüşüyorlar.

Çocukların kahkahaları karışıyor geceye. Seyyar satıcılar, balon, mısır, dondurma satıyorlar.

Ve ben elimde bir tane Dostoyevski bir tane de Descartes kitabı, ayaklarımın altında da Politzer’in “Felsefeye Giriş” kitabı olduğu halde ve cinayet işlemiş biri olarak kendimle baş başa kalıyorum kayaların üzerinde.

Düşündükçe yok oluyorum. Tek hissettiği şey fulu bir karanlık ve hiçlik. Ötesi yok…

Kader Hükmünü veriyor böylece!

Sosyal Medyada Paylaşın:

BİRDE BUNLARA BAKIN

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • ÇOK OKUNAN
  • YENİ
  • YORUM