Kütüphanemin tozlu raflarında geziniyorum… Kütüphanemi anladık da, tozlu raflarında mı dedim? Güler burayı okumasın! Haftada en az bir kez kütüphanemin tozlarını almakla kalmıyor, kitapları konularına ve yazarlarına göre de sınıflandırıp, sürekli yerlerini değiştiriyor. Bana ait kütüphanenin, temizlik ve yerleştirme işlemlerini yaparken de, psikolojik, sosyolojik ve ekonomik tespitleri bir biri ardına sıralıyor…
“Düzensiz…”, “Dağınık…”, “Dalgın…”, “Sinirli…”, “Öfkeli…” , “Entelektüel…”, “Vurdumduymaz…” , “Bu kadar kitaba, dergiye, gazeteye para vermiş, bunları satsak kaç para yapar?”…
Birkaçında çok haklı olsa da, alışkanlık diyelim buna, çoğunda sessiz kalıyorum…
Elime ‘Jay Asher’in’ “Ölmek İçin On Üç Sebep” isimli kitabı geliyor… Sanırım Netflıx bu kitabın dizisini de yapmıştı… Hannah Baker isimli birisi ölmeden önce birkaç kaset dolduruyor ve intiharının nedeni olarak gördüğü kişilerin adlarını bu kasetlerde veriyor… Kasetleri dinleyen Clay Jensen’in hayatı da sonsuza kadar değişiyor…
Bu kitabı bana sevgili kızım Ceyna hediye etmişti. Bir babaya verilebilecek en güzel hediye, “Ölmek için On Üç Sebep” isimli bir kitap olsa gerek… Charles Bukowski, John Fante, Hakan Günday, Chuck Palahniuk, Emrah Serbes ve Cemal Kırgız’ın ‘Zeytine Sor’ isimli kitaplarını çocuk yaşta okutursan, ilerleyen yaşlarda hediye olarak alacağın kitaplardan da pek hayır beklenmez tabii ki… Benimle birlikte yaşarken kızımın benden sıkça duyduğu şiir; Charles Bukowski’den “ Beş dakika sonra hayatta olacağımızın bir garantisi yok. O yüzden, bu güne kadar kırdığın kişileri ara. Ve bir daha küfür et…!” olduğundan olsa gerek, hediye kitapları asla yadırgamıyorum…
İntiharın kendisi değil de, intihardan bahsedilen muhteşem yıllardı… Harikulade dostluklar, ince mizah, derin psikoloji, samimi sohbet ve bol rakı, bol bira, bol şarap…
İlahi Komedya… Birbirine değişik intihar biçimleri öneren arkadaşlardan daha iyisi bulunabilir mi?
“Silahı şakağına dayayacaksın. Kararlı ve dik olacaksın. Son bir nefes çekip, yaratana sığınarak basacaksın tetiğe. Bir salise sonra yoksun işte!”
“Yok, oğlum, şakağa dayadığında mermi kemikte, beyinde sıkışabilir, ömür boyu komada kalabilirsin, silahı gırtlağına dayayacaksın. Kararlı ve dik olacaksın. Son bir nefes çekip, yaratana sığınarak basacaksın tetiğe… Belki iki salise sürer ama sonra yoksun işte!”
“İki salise mi, o niye?”
“Mermi, gırtlak, dil, göz, beyin, kafatası derken, bir salise daha geçebilir diye!”
“En iyisi sağlam bir ip alıp, düğümünü güzel yapıp asacaksın kendini kardeşim… Sallana sallana gideceksin öbür tarafa!”
“Ya ip sağlam çıkmazsa, düğüm iyi atılmazsa, debelenip, durursun, bir de gebermez sakat kalırsan T.şak geçerler oğlum!”
“Gazı açacaksın… Mutlu gebermek istiyorsan, tüpün gazını kökleyip, yere uzanacaksın. Bir yerde okumuştum, tüp gazı özgül ağırlığı nedeniyle yere çöküyormuş, önce uykun geliyormuş, sonra daldığında, sessiz, mutlu, yumuşakça geçiyormuşsun öbür tarafa….”
“Tamam, gazı açtık, yere yattık da, ya eve o sırada sevdiğin biri gelip, sigara yakarsa, elektrik düğmesine basarsa?”
“Daha iyi ya bebişim, sevdiğinle birlikte göçersin!”
“Sütle fare zehiri de bir seçenek…”
“Midem bulanır lan benim, siyanür içerim daha iyi!”
Gelsin biralar, gelsin rakılar, gelsin şaraplar…
Sonra, birisi yeğeninden çaldığı; mantar tabancasını çıkarır, içine tek kapsül yerleştirir. Onu masadaki kişi sayısına göre çevirdikten sonra şakağına dayayıp, basar tetiğe… Sonra diğeri, daha sonra öteki… Mantar tabancası kimde patlarsa, o birer bira daha söyler ya da masaya bir 70’lik rakı daha gelir…
Hiç birinin, hiç birimizin intihar edeceği falan yoktu. Sadece yaşamaktan büyük keyif aldığımız için ölümle de dalga geçebiliyorduk. O ışığı söndürdüler… Çünkü eninde sonunda, sonrasında konu futbola, aşka, kadınlara, kitaplara, yazarlara, felsefeye, hayallere doğru uzayıp gider de giderdi her seferinde…
İntihardan bahsetmek, intihar etmekten çok daha kutsaldır…
Her gün, her salise özlediğim güzel günlerdi, bir daha asla gelmeyeceğini bildiğim…
Antalya’da yaşayan Kızım Ceyna, 2018 yılında da ziyaretime geldiğinde, John C. Parkin’in “S*tir Et” isimli kitabını hediye etmişti. Komik ve İlham verici olarak lanse edilen kitapta, mücadeleden vazgeçmek, ne hoşunuza gidiyorsa onu yapmak, çevrenizdekilerin sizin hakkınızda düşüncelerini umursamamak ve kendi yolunuzdan gitmenin püf noktaları veriliyordu… ‘S*ktir Et” kitabının, batılıları şöyle bir sarsıp kendilerine getirecek, anlam dolu hayatlarımıza egemen olan stresi ve gerginliği ortadan kaldıracağı da iddia ediliyordu…
Türkiye batıda mı, Türkiye Batılı mı? Atilla İlhan’ın ‘Hangi Batı’ kitabına girersem çıkamayacağımı biliyorum. Bu nedenle, tarihten bugüne değil, siyasal İslamcıların yönetimi ele geçirmesinden bugüne kadar olan gelişmeleri ele alacağım…
Kahramanmaraş Depremlerinin ikinci yıldönümü. Yeni Marmara Gazetesi On Medya’da program yapıyorum… Jeoloji Yüksek Mühendisi Sayın Engin Er’in ardından, Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Sayın Şirin Rodoplu Şimşek’i konuk aldım. Önemli ve çarpıcı bilgiler verip, uyarılarını tekrarladılar…
Elimde, TMMOB’un ortaya koyduğu Kahramanmaraş Depremleri karnesi var… Raporu hep birlikte yeniden okuyalım… “Resmi açıklamalara göre 53 bin 537’si ülkemizde, 8 bin 476’si Suriye’de olmak üzere toplam 62 bin 13 kişi yaşamını yitirmiş, yaklaşık 107.500’ü ülkemiz insanı olmak üzere toplamda 122.000 kişi yaralanmıştır.310 bine yakın bina ve bina türü yapı yıkılmış ya da ağır hasar almıştır. Baraj, gölet, boru ve enerji nakil hatları, köprü, otoyol, viyadük, tünel, demiryolu, limanlar, hava limanları gibi altyapı, enerji, telekomünikasyon, yol, kanalizasyon, içme ve kullanma suyu şebekesi gibi birçok sayıda tesis zarar görmüş veya kullanılmaz hale gelmiştir… 1,5 milyonu aşkın insanımız barınma sorunu ile karşılaşmış, 2 milyonu aşkın insanımız bölgeden göç etmek zorunda kalmıştır… Uluslararası çalışma örgütü (İLO) verilerine göre çok sayıda işyeri, ofis, fabrika ve sanayi tesisinin yıkılması veya ağır hasar görmesi nedeniyle 650.000’den fazla insanımız geçim olanaklarını yitirmiştir…. TBMM Deprem Zararlarını Azaltma Komisyonun Raporuna göre deprem 148.8 milyar dolar ekonomik kayba neden olmuştur. Uyarılmasına rağmen bölge insanın depremlere hazırlanması, gerekli risk azaltma ve acil durum çalışmalarının yürütülmesi konusunda gerekli eylemleri hayata geçirmemişlerdir. Bunu en basit haliyle SORUMSUZLUK olarak değerlendirebiliriz”… Böyle deniliyor raporda…
Karar Gazetesinden Akif Beki, deprem yaraları sarma karnemizi çıkarmış, Hep birlikte gelin bu yazıyı da okuyalım… “ 6 Şubat Maraş depremi, 2023’teydi. Korkunç bir acıyla sarsıldığımız felâketin 2. yıl dönümü.
İlk bir yılda yaklaşık 320 bin konut depremzedelere teslim edilecekti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıkladığı toplam hedef, başta 650 bindi. Sonra Bakan Özhaseki, 850 bin konut olarak telaffuz etti.
2 yıl sonra teslim edilen konut sayısı, 200 bin. 2025 sonunda yani 3 yıl sonra hedef, 420 bini yakalamak.
Teslim edilen konut sayısı, küçümsenemez.
Fakat sözler tutuldu mu, belirlenen ihtiyaç ve hedeflerle gerçekleşmeler uyumlu mu? Notunu siz verin.
Gelelim sorumlulara hesabının sorulup sorulmadığına…
Hani, deprem önlenemez ama yıkım ve can kayıpları önlenebilirdi ya…
Hani geciken adâlet, adâlet değildi ya…
Depremler, 50 binden fazla cana mâl oldu. Peki, sorumlular, hak ettiği cezaya çarptırıldı mı?
Adâlet Bakanlığı verilerine göre, 2 yılın sonunda tablo şu…
2 bin 31 soruşturma dosyasından bin 491’i hakkında iddianame hazırlanarak kamu davası açıldı. Bu davalardan 149’u karara bağlandı, 189 kişi hakkında çeşitli hapis cezaları verildi.
Hâlen ilk derece mahkemelerindeki bin 342 davada, bin 850 sanıktan 193’ü tutuklu yargılanıyor.
Adâletin vaktinde yetişip yetişmediğine, yerini ne kadar bulduğuna artık siz verin notu.
Bir de bağış şov meselesi, notunuzu bekliyor.
Depremzedeler için söz verdiği bağışı yatırmayanlar olmuştu. Öyle böyle değil, fire büyüktü.
Türkiye Tek Yürek kampanyasında taahhüt edilen toplam para, 115 milyar liraydı. 30 milyar lirasından haber yoktu.
Bir kısım hayırsever, canlı yayına bağlanıp yardım şovu yapmış, sonra da kaybolmuşlardı. Bir yaptırımı bulunmuyordu, bağışladıkları parayı yatırmaya zorlayamıyordunuz.
Yapılabilecek tek şey, ifşa ve rezil etmekti. Yani utandırmaktı. O da tabii utanmaları varsa..
E artık 2 yıl oldu, hâlâ ödenmeyen bağış miktarı nedir? Bilmiyoruz. Yüzsüzleri de bir türlü ifşa edilmedi.
Para dökerek yapamayacakları reklâmı, bedavaya getirmişlerdi.
Yatırılan meblağın çoğu, zaten kamu bankaları ve şirketlerinin söz verdiği rakamlardı.
Dolayısıyla milletin parasının, millete bağışmış gibi gösterildiğiyle kaldı.
Gerisi yalan mı oldu, AFAD niye açıklamıyor, bağış yüzsüzü şovmenleri ifşa için daha ne bekleniyor? Anlaşılır gibi değil.
Yatırılmayanlar böyle de… Bağış olarak yatırılan milyar liraların ne yapıldığı da bize söylenmedi.
Karneyi doldururken değerlendirmenizi ona göre yaparsınız.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, “seninleyiz Türkiye” kampanyası başlatmıştı. 18 ülkede depremin enkazını sergiliyorlardı. ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’dan Japonya ile Suudi Arabistan’a kadar…
Dünya şehirlerinde led ekranlı kamyonetler dolaştırılmıştı. Nasıl dehşet bir yıkıma uğradığımızı dünya görsün ve bizle dayanışmaya girsin, yardımda bulunsun diye.
O kamyonetlerin millete kaça patladığını ve dünyadan ne kadar yardım toplandığını, toplanan paraların nasıl harcandığını da bizimle paylaşma gereği duyulmadı.
Türkiye Yüzyıl’ını, dünyada kendi dönemimizi başlattığımız yılda devleti âciz, yetersiz gösterme riskine değdi mi?
Karneyi doldururken gerek görürseniz onu da puanlarsınız.
Enkaz altındakileri kurtarmaya ve ilk yardıma gecikmenin hesabı, zaten depremden 3 ay sonraki genel seçimlerde muhalefetten sorulmuştu. Devleti âciz, yetersiz gösterenler, sandıkta cevabını almıştı.
Orasını sormuyorum bile, tutup gecikmeden dolayı bir de iktidarın notunu kırmazsınız herhalde.
İşiniz bittikten sonra karneyi karşınıza koyup iyice bakın, çıkardığımız derslerin de resmidir.
Depremle mücadelede, önceki acı ve yıkımlardan çıkarmadığımız dersi alabilir miyiz hiç, ne mümkün”…
Böyle yazmış Sayın Akif Beki…
21 Ocak 2025 gece yarısı da Bolu Kartalkaya’da içimizi dağlayan, otel yangını yaşandı… Mimarlar Odası Başkanı Sayın Şirin Rodoplu Şimşek; “Alınmayan tedbirler, yapılmayan denetimler nedeniyle, otel yangınında üstelik eksi 18 derecede insanların ironik biçimde yanarak can verdiğini anlattı. Bolu’da üstelik tatilde, üstelik binlerce dolar harcanan lüks bir otelde 78 vatandaşımız yanarak öldü, 51 vatandaşımız da ciddi biçimde yaralandı…” dedi…
Ucuz ölümler ülkesi Türkiye…
Soma’da 301 madenci öldü. Madenlerde ölenlerin sayısı toplamda bini geçti… İş cinayetlerinde her yıl 5 bin kişiyi kaybediyoruz… Salgında on binlerce insanımızı kaybettik. Trafik Kazalarında kaybediyoruz, sellerde insanlar yitip gidiyor, tren kazalarında kaybediyoruz, cinnet geçiriyoruz kaybedip, kaybettiriyoruz… Kadınları, çocukları öldürüyoruz… Çetelerin kurbanı oluyoruz, magandaların kurbanı oluyoruz, hiç tanımadığımız psikopatların kurbanı oluyoruz… Hiçbir şey olmasa, üçkâğıtçı simsarların gıdaya kattıkları ne idüğü belirsiz maddelerle, kimyasallarla zehirleniyoruz…
En kötüsü de tüm bu ölümleri, sabah kahvaltısında ya da akşam yemeğinde, dizi izler gibi izleyip, çekirdek çıtlatıp, hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyoruz…
Kiralar 15-20 bine çıkmış, enflasyon yüzde 100’ü aşmış, emekçi, asgari ücretli, emekli perişan, hukuk askıda, sağlık, eğitim, yargı sistemi çökmüş, ne depreme yönelik, ne doğal afetlere yönelik tek bir önlem alınmıyor. Ve bizler, İsrail, ABD, Emperyalizm uşağı olmuş, onlar ne derse yapan yöneticileri, ayakta alkışlamaya devam ediyoruz. Uğruna on binlerce şehit verdiğimiz Kürdistan kuruluyor, iç siyaset malzemesi yaptığımız Siyonist İsrail genişlemesi adım adım sınırımıza kadar geliyor. Biz de buna fetih diyoruz! Hiçbir çalışmanın şeffaf olmadığı bu ülkede, Atatürkçü vatansever subayları ordudan atarak kaybediyor, Büyük İsrail Projesi adına, ülkemizin uçuruma sürüklenişini izliyoruz…
Türk insanının yaşamı, yaşama isteği, hayalleri siyasilerin umurunda değil, en kötüsü, ölülerine bile saygı duymamaları…
Kutsal davaları sarayın dakikada 4 emekli, 3 asgari ücretli maaşını sonsuza kadar yiyebilmesi…
Haberlere bakıyorum, Kahramanmaraş’ta, Hatay’da, Adana’da, Gaziantep’te, Malatya’da, Adıyaman’da, Elazığ’da herkes ağlıyor, herkes bir şeyler söylüyor, içi boş temenniler havada uçuşuyor… Canım sıkılıyor, öfkeleniyorum… Çünkü yine olacak, hep oldu, hep aynı sahneler, de ja vu yaşamaktan sıkıldım. Önlem almak yerine, bu işin fıtratında var diyenler, sorumluluk almak yerine kader diyenler kazanıyor çünkü. Ölüler ise konuşamıyor, kalanları da ölümden beter bir halde…
Haberleri kapatıp, yeniden kitaplara dönüyorum…
“Ölmek İçin On Üç Sebep” diye yazmış, Jay Asher… Eminim, Türkiye’de yaşasaydı, en azından Türkiye’de birkaç gün geçirseydi, böyle bir kurgunun aklının ucundan bile geçmeyeceğine bahse girerim… Türkiye’de kaza ile bile olsa, yaşamak için on üç sebep gösterebilene ben yazar derim… Yoksa Her an zaten b.ktan sebeplerle ölünen bir ülkede, ölmek için 13 sebep değil, yaşamak için 13 sebep önemlidir… O da, bulunmuyor zaten…
Güler giriyor içeriye, “Ne yapıyorsun, yine her yeri dağıtmışsın” diyor. “Ölmek için On Üç Sebep” kitabını fırlatıp atıyorum sehpanın üzerine, sonra John C. Parkin’in kitabını alıp, kapağını gösteriyorum Güler’e…
“Terbiyesiz” diyerek, kapıyı çarpıp çıkıyor…
Oysa her şeyden vazgeçip, “S*ktir Et” demek ne zor bu ülkede… Bir ara, bunu da anlatacağım Güler’e…
Koltuğa uzanıp, gözlerimi kapıyorum… Nazım Hikmet, “YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR VE BİR ORMAN GİBİ KARDEŞÇESİNE…” dediğinde, nasıldı bu ülke?
Alkole boğulduğumuz, mantar tabancalı derin sohbetler yaptığımız o dostlar nerede? İntiharı bile felsefik magazine çevirdiğimiz o güzelim, hayallerimiz büyüdüğü günler nerede?
Siyasal İslamcıların beğenmediği eski Türkiye’de kaldı, o güzel günler…
Düşünüyorum, öyleyse ve şimdilik, halen varım!…
Sorun şu ki; John C. Parker gibi, “S*ktir Et” diyemiyorum…