OKUDUĞUM KİTAPLAR VE İZLEDİĞİM HER ŞEY ÜZERİNE PAZAR YAZILARI (2)
KÜTÜPHANEMDEN SESLER…
Anlatacağım olaylar zinciri, Etiler Kütüphane’de geçen, ilgi çekici, iç gıcıklayıcı, fantazisi bol, uçuk kaçık olaylar değil maalesef…
Ben bu yazıda, kendi kişisel kütüphanemden kesitler sunmak istiyorum.
Zaman bir an’lar toplamıysa, anılar yaşanmışlığın yazıya dökülesi başyapıtlarıdır…
On Medya’da hazırlayıp sunduğum On’ da Son Nokta programı için son hazırlıkları tamamlamış konuğumu bekliyorum. Yeni Marmara Gazetesinin Demirtaş’a, Setbaşı’na, Yıldırım’a, Teleferik’e ve Uludağ sırtlarına bakan balkonunda sigara ve çay eşliğinde değerli meslektaşlarımla sohbet ediyoruz. Herkes sırayla mesleki anılarını paylaşıyor.
Sıra bana geldiğinde genç meslektaşım soruyor; “Ağabey hiç pişman olduğun şeyler yaptın mı? Şimdi geçmişe dönsen, neleri yapmak istemezdin?”
Fazla düşünmeme gerek yok. Yaşanmış ve sınanmış, dolu dolu geçen bir hayatta zaten pişmanlığa yer yok. Başıma ne geldiyse, beni ben yapması içindi. Bundan hiç gocunmuyordum. Kader Tanrıçası bana böyle bir hayatı bahşetmişti, ben de seve seve kabullenmiştim. Her şeye isyan ederek Tanrıyı incitecek birisi değildim.
“Yaşadığım ve yaptığım hiçbir şeyden hiç pişman değilim ama şimdiki aklım ile 2000 ile 2022 yılları arasına dönebilseydim, masama oturanların yüzde 80’ini s.ktir ederdim!” diyorum.
Gülüşüyoruz. Sonra bir soru daha geliyor.
“Peki, gereksiz insanlarla muhatap olmak yerine daha fazla ne yapmak isterdin?”
“Kütüphanemde daha fazla vakit geçirmek, daha fazla okumak ve çok ama çok daha fazla yazmak isterdim. O kütüphane kolay kurulmadı çünkü. O kitapların tamamına, bedel ödeyerek sahip oldum ben” diyorum…
Belki de şairin dediği gibi, gidilmemiş yerlerin, okunmamış kitapların, dilimin ucuna takılıp kalmış cümlelerin pişmanlığını duyuyordum sadece…
Milliyet Çocuk, Tercüman Çocuk Dergileri ve Tom Sawyer ile başladı her şey… Sonra Kemalettin Tuğcu kitapları girdi hayatıma. Ömer Seyfettin, Gülten Dayıoğlu falan da okudum. Arabesk yaşam öykülerinden sıkılınca sıra Tommiks, Teksas, Zagor, Kızıl Maske ve diğer çizgi romanlarla macera arayışına girdi ruhum. 1980’ler tüm yaşıtlarım gibi kendimi bulma yıllarıydı. Şiirde, müzikte, ideolojide ve yazarlarda arayış dönemiydi. İtiraf edeyim, ne bulursam okuduğum yıllardı. Lenin, Stalin, Mao, Karl Marks ve Sosyalizm, Komünizm soslu kitaplar, Necip Fazıl Kısakürek, İsmet Özel, Kurt Karaca, 9 Işık ve nihayetinde Nazım Hikmet… Sonra Uğur Mumcu ve İlhan Selçuk kitapları. Devamında, nedir bu diye merak ettiğim feminist kitapları. Latin ve Rus Edebiyatı… 80’lerin sonları, 90’lar dergi dönemleri. Nokta, Aktüel, Siyaset, Sokak, Tempo dergileri. Kara Mizah merakı… Gani Müjde, Jack Palahniuk, John Fante, Luke Reinhart, Hakan Günday ve Charles Bukowski keşifleri. Döne dolaşa Aziz Nesin öyküleri. Amerikan, İskandinav, Latin, İngiliz ve Fransız romanları. Okuduğum gazetelerde köşe yazan ve aynı zamanda romanları, şiir kitapları, öykü kitapları da bulunan değerli yazarlar. Cezmi Ersöz ve Ahmet Altan gibi bambaşka yazarlardan, bambaşka romanlar, bambaşka denemeler. İhsan Oktay Anar, Oğuz Atay, Çetin Altan, Can Yücel, Atilla İlhan, Orhan Veli Kanık, Cemal Süreya, Özdemir Asaf, Ataol Behramoğlu günleri… Ahmet Ümit, Yılmaz Özdil, Elif Şafak, Sinan Meydan, Jean Christophe Grange, Dan Brown, Tess Gerritsen, Harlan Coben, Dean Koontz, Stephen King turları. Nihat Genç gibi bir ustayla tanışma… Daha yüzlerce yazar, şair ve binlerce kitap…
Hiç kütüphanem olmamıştı ama…
İlk kütüphanem, 14 Kasım 2009’da açtığım kitapçı dükkânı sayesinde oldu. Daha önce kitaplarım evde bulabildiğim raflarda, çekmecelerde, koli içerisinde, kutularda ve torbalarla balkon köşelerinde dururdu. Rahmetli annem bu dağınık kitap performansımdan şikâyet etse de, en az benim kadar kitaplarımı korumaya gayret ederdi.
Olay Gazetesi TMSF elindeydi. AA kabuk değiştiriyor, iktidara yakın isimler tarafından ele geçiriliyordu. Gazetecilik ilk kez insana yatırımdan uzak, para etmemeye başlamıştı. Kanser hastası olan Gemlik’in tek kitapçısı Şerafettin Ağabey’in en iyi müşterisiydim. Giyimi, kuşamı, ideolojisi, konuşması, purosu ve tipiyle soyadı Castro olan Fidel’e çok benzettiğim için kendisine Fidel Şerafettin derdim. O da buna gülüp geçerdi. Fidel Şerafettin, “Ben kitapçı dükkânını kapatıyorum. Gel bu işi sen yap” dedi. Gerekli bağlantıları kurdu. Kitap toptancılarıyla tanıştırdı. Anlaştık. Kredi çektim, borç aldım ve bu dükkânı açtım.
Küçük dükkânın dört bir yanı kütüphane ile çevrili olunca ve raflar kitaplarla doldukça keyfim yerine gelmeye başlamıştı. Gazetecilikten sonra sevdiğim bir başka işim daha olmuştu. Şimdilik! …
Dan Brown’un ‘Cehennem’, Elif Şafak’ın ‘Aşk’ ve Yazgülü Aldoğan’ın ‘Kiralık Adam’ kitapları peynir ekmek gibi satıyordu. Bir de Steig Larson’un “Ejderha Dövmeli Kız” serisi iyi ekmek kazandırdı diyebilirim.
Güzel dostlarım da oldu benim, mesela içki masasında diyelim ki, intihar konusu konuşuluyor, ben de hem içiyor hem de dikkatli dinliyorum, bana değişik intihar modelleri öneren dostlarım gibi, kitapçı dükkânıma uğrayan bazı dostlarım da, ‘Hayırlı Uğurlu Olsun’ temennisi öncesinde, “Yaa, tam biz de kitapçı dükkanı açmayı düşünüyorduk, sen açtın şimdi” deme nezaketinde bile bulunmuşlardı. Çevrede boş dükkân çoktu ve onlara bu dükkânları tavsiye ederek, hep birlikte kitapçılık oynamayı da teklif etmiştim.
İlk zamanlar satışlar iyiydi. Sonra birden kesildi. Hem çeşidi artırmak, hem de daha fazla müşteri edinebilmek adına ikinci el kitap alımına girdim. Kitapçı Dükkânı Vitrinine kocaman harflerle ‘İkinci El Kitap Alınır’ yazdım. Gemlik’in kitap sevmediğini bir o an anladım. Herkes üçe beşe bakmadan elindeki kitapları getirmeye başladı. Çoğu Gemlikli insan, kitapları evdeki fazlalık, gereksiz nesneler, çer çöp olarak görüyordu. Cin Ali serisini, Ayşegül Okulda, Ayşegül Tatilde serisini getirenler bile oldu. Dükkân kitap doluyordu ama müşteri yine olmuyordu. Gemlik’in kitap sevmediğini anladığım ikinci durum ise defalarca dükkânı açık bırakıp, habere gidip, üç dört saat sonra döndüğüm oluyordu. Kimsenin kitap çaldığı yoktu. Veresiye verdiklerim hariç. Veresiye verdiklerim de oralı olmuyordu. Onar tane kitap alıp, ödeyeni görmedim. Oysa iyi bir kitapsever, en fazla okuyacağı iki veya üç kitabı alır, o bitince diğerlerini almaya gelirdi. Bunu en iyi bilen ben olmama rağmen, kütüphaneyi boşaltıp, giden, sonra vereceğim diyen herkese inanmış gibi yapıyordum. Yüzde 75’i halen ödemedi!
İyi tarafı, çok satan birçok kitabı gelir gelmez okuyor olmamdı. Kötü tarafı ise hem gazetecilik yapıp, haftalık Çağrı gazetesine biri tam sayfa siyaset, biri tam sayfa edebiyat yazarak dikkat çekiyor oluşumdu. Gemlik’in ilk Orhan Veli Kanık edebiyat günleri de o döneme denk geldi. 2010 yılı Mart ayıydı. Dükkânı bırakıp bırakıp Gemlik’e gelen şairleri, yazarları, bilim insanlarını dinlemeye gidiyordum. Türkiye’de yaşamın her alanında FETÖ terörü esiyordu. Kitap Fuarına gelen bir akademisyen, yayın evlerinin FETÖ eline geçtiğini, çıkardıkları gazeteleri, dergileri falan anlatıp, edebiyat ödüllerinin bile onların istediği kişiye verildiğini anlatmıştı.
Gemlik Çağrı Gazetesine, bu akademisyenin sözlerine atıfta bulunarak, “Edebiyatta FETÖ Tehlikesi” diye bir yazı yazdım. Gazete dağıtıma sabah saat 08.00’de çıkıyordu. Saat 08.50’de dükkânı yeni açmışken, polisler doluştu. Polisler, Emniyet Genel Müdürlüğüne, Bursa Emniyet Müdürlüğüne, Gemlik Emniyet Müdürlüğüne, Cumhuriyet Başsavcılığına ve Cumhuriyet Savcılığına ve hatta CİMER’e şikâyet yağdığını iddia edip, Emniyet Genel Müdürlüğü sitesinden de bir sürü trol yazısını delil olarak göstermişlerdi. Ve aradıklarını buldular. Raflarda, ikinci el aldığım kitaplar arasında birkaç tane bandrolsüz çıktı. Korsan kitaptı anlayacağınız. Ama diyelim ki iki bin kitap aldım, arada çıkması normaldi.
İflah etmedi bir daha dükkân. Beş Kez daha baskın yedim. Sonradan FETÖ’den yargılanan bir savcı, beni dükkanda bulamayınca, ‘kırıp girin’ yazısı bile vermişti polislerin eline. Polislerin gösterdiği, bu yazıyı da okuyunca, on beş gün süre isteyip, 9 Ağustos 2010 Pazartesi günü dükkânı bir daha açmamak üzere kapattım. Kütüphaneme döneceğim ama korsan konusuna da değinmek istiyorum.
Edebiyatta FETÖ Tehlikesi yazımdan bir iki hafta öncesinde yaşadığım olayı anlatmak istiyorum. Bursa Kitap Fuarı yeni başlamıştı. 8 Mart 2010 gecesi. Saat 20.00’de dükkân kapısını, elektrikleri kapatmış, mutlak sessizlikte, Çağrı Gazetesine yazılarımı yetiştirmeye çalışırken, sigara tüttürüp, çay içiyordum. Kapıya son model bir jeep yanaştı. Ön kapıdan inen takım elbiseli birisi önünü ilikleyip arka kapıyı açtı. Dany De Vito’ya benzeyen, kısa boylu ama karanlık bir tip aşağıya inip kapıyı çaldı. Gidip açtım kapıyı. Kapısını açan ve şoför de dükkâna girdi. Komik bir sahneydi. Şoför ve koruma olduğu anlaşılan tipler 1.90 üzerindeyken, patron en fazla 1.55 boyundaydı.
Elektrikleri açıp, içerisini aydınlattım. Kara Mizah Sit Com sahnesindeydik. Paltosu sırtında, bir bana bir raflara bakarak gezen Dany De Vito nihayetinde konuştu. Eline Dan Brown’un ‘Cehennem’ isimli kitabını alan Vito;
“Bu kitabı kaça alıyorsun, kaça satıyorsun?” diye sordu.
Gülümsedim. “17,5 Liraya alıp, 25 liraya satıyorum” dedim.
Sırıttı Dany De Vito ve “Salaksın Sen!” diye hırladı.
“Birader ne diyorsun s…” diyecektim ki, adamları fırladı. Dany De Vito, “Durun oğlum, ne yapıyorsunuz, hayvan mısınız siz?” deyip adamlarını sakinleştirdi. Sonra da “Kendimi tanıtmayı unuttum, hata ben de” dedi.
Türkiye’nin korsan kitap piyasasının imparatoru kendisiymiş. Dan Brow’un 600 sayfalık Cehennem kitabını bana üç liradan verebileceğini söyledi. Bunu ve daha bin tane kitabı daha bir lira ile üç lira arasında vermeyi teklif etti. Cebimde 250 lira vardı. Bu 250 lirayla rafların epey dolabileceğini hayat ettim bir an. Sonra adamları Jeep’e gidip bir dosya getirdiler. 20 sayfalık dosya içindeki klasörlerde kitap isimleri vardı. Buradan seçmemi, üç gün içinde kitapların geleceğini, ödemeyi de kitaplar gelince yapabileceğimi söylediler.
Gelemediler. Çok değil, iki gün sonra tüm televizyonlarda İstanbul ve Kocaeli’nde korsan kitap basan 6 matbaanın basıldığı haberleri çıktı. Dany De Vito’yu aradım. Telefonundan, “Aradığınız Numara Kullanılmamaktadır” sesi geliyordu. Yani diyeceğim şu; o dönem de bile 1 liraya, 3 liraya kitap mı olurdu? Evet oluyordu…
Aniden kapatınca, toptancılara biraz borcum kaldı. İyi insanlardı. Beni sıkıştırmadılar. Ama borcum karşılığında evde kolilerde, kutularda, çekmecelerde, balkonda torbalar içinde duran iki bine yakın kitabımı da vermek zorunda kalmıştım. İşler iyi değildi, ekonomi kötüydü, Gemlik rezil dönemindeydi ve kitaplarım da gitmişti. Öfkeli dönemimdi. Zeytine Sor isimli romanımı da o aylarda yazdım.
Okumaktan vazgeçmedim. Her ay, üç ile beş arasında olmak üzere yeniden kitaplar almaya başladım. Edebiyat dergilerini, tarih dergilerini de hem okuyup, hem biriktirmeye başladım. Gemlik Belediyesi basın danışmanlığı işine de başlayınca, şimdiki gibi kitap alıp, dergileri takip etmek beni zorlamadı.
Kütüphane yine yoktu. Bildik yöntemle kitapları kutulara, kolilere, çekmecelere, boş raflara ve torba içinde balkona koymaya devam ediyordum. Sonra Güler ile evlendim. İlk kütüphanem yani evdeki ilk kütüphanem o zaman oldu. Büyük bir zevkle kitapları yerleştirip, keyifle poz verip, çekilen fotoğrafı sosyal medya hesaplarımdan paylaştım. Yeniden binlerce kitabım olmuştu ve artık hepsi kütüphane raflarına dizilmişti.
Olay Gazetesi toplu çıkış verdi. İlk biz ilçe muhabirleri görevden alındı. Zor günler başlamıştı. Gemlik Son Nokta Gazetesini çıkarmaya başladım. İlk on veya on beş sayı ilgi büyüktü. Sonra kesildi bu ilgi. Üstüne pandemi belası çıktı. İşler iyi gitmiyordu. Ekonomik kriz tüm ülkeden önce beni vurmaya başlamıştı. İş aramaya başlamıştım. Bu durumumu bilen bir ablamız, Güler’e müthiş bir akıl vermişti. “Ne yapacak bu kadar kitabı dergiyi, satın gitsin bunları. Bir süre rahat edersiniz” fikriydi bu.
Ablamız kütüphaneme takmıştı. Bize geldiğinde de ısrarla kitapları satmamı istemişti. Hatta halen satmadınız mı? Sorusunu telefonda bana olmasa da Güler’e iletiyordu. Bir gün Güler’e bir telefon numarası vermişti bu ablamız. Adama durumumuzu söylemiş, iyi fiyattan alacakmış kitapları.
“Ver bakalım arayalım şunu” dedim. Ablamız da satınca rahata erer belki…
“Evet, abi, abla durumunuzu söyledi. Ben kilosunu 20 kuruştan alıyorum ama Güzel ablamızın hatırı var, siz de zor durumdaymışsınız, sizin kitapları kilosu 30 kuruştan alacağım” dedi… Adam havaya girmişti, mal bağışlıyormuş gibi tepeden konuşup, adres falan isterken, hemen göndereyim mi kamyoneti falan derken telefonu suratına kapatmıştım.
500 kilo vardı kitaplarım. Bunu taşınırken, taşımacılar söylüyordu. Yoksa tartmamıştım. Allah razı olsun kütüphanemi boşaltmam için ısrar eden ve bizi düşünen ablamız ve ablamızı kırmayan bu engin yürekli hurdacı ağabeyimiz sayesinde borçları kapatacaktık! Birkaç ay iyi yaşayacaktık…
Ulan kilosu 30 kuruştan on kilosu 3 lira, yüz kilosu 30 lira, 500 kilosu 150 lira para yapıyordu… Türkiye’de 2021 yılının kitap piyasası böyleydi, kilosu torpil de yaptırmışsan eğer, 30 kuruş!
Abla merakla aradı, “Ne yaptınız kitapları sattınız mı?” diye…
“Allah razı olsun ablam, sen olmasaydın ne yapardık? Senin sayende önümüzdeki 5 yılı garantiye aldık” dedik. “İyi olmuş, sevindim, zaten o kadar kitap, o kadar dergi de çok gereksizdi” dedi.
Sevinsin garibim…
Kütüphanemde, kitapların, dergilerin arasında yazıyorum şimdi. Arada sırada balkona çıkıp, sigara içiyor, çayımı tazeleyip yine geliyorum… Daha kütüphanemden sesler bitmedi… Sıkıldıysanız, okumayı bırakabilirsiniz… Yoksa sohbeti yazıyla devam ettireceğim…
Neyse sabırlı okuyucularla devam ediyorum…
İki sigara üst üste iyi geldi. Çayı da tazeledim… Kütüphanemden bazı kitaplar bağırıyor, “O bizimle konuştuklarını da yazsana, bizi hepimizi yazsana!” diye…
Alayınızı yazacağım zaten diye sesleniyorum onlara…
Birinci Kütüphane savaşını atlatmıştım. Ama işler iyi gitmiyordu. Krediler, borçlar geçici çözüm oluyor. Sorunları gidereceğine, katlıyordu. İkinci kütüphane savaşım da bu sırada başladı. Kitapları Gemlik Atatürk Kordonunda satmayı düşünüyordum. Hatta el arabası bile ayarlamıştım. Seyyarlık yapan bir ağabeyim, “bu araba bana iki üç ay lazım değil. Al kullan, senin işin görülsün. Üç ay sonra sana başka bir araba bakar, bu arabayı alırım” dedi. Araba dediğimiz, seyyar arabası dedik, detaya gerek var mı? Arkada tek, önde iki tekeri bulunan. Tutmalı, üzeri küçük kasalı bir araç işte…
Kafamda fiyat belirledim. Kaliteli, yeni kitapları 50 liradan, çok okunanları 40 liradan, biraz eskileri 30 liradan ve daha eskileri 20 liradan satacaktım. Dergileri de tarihlerine göre 10 ve 15 liradan okutacaktım. Evden kolilerle indirip, seyyar arabaya yükselip, sahile götürerek, yeni iş koluna yine kitaplarımla merhaba diyecektim…
Sevgili dostlarımdan birisi geldi. “Siftah olsun” diyerek 50 lira atıp, 5 kitabı koltuğunun arkasına sıkıştırdı. Sonra da ekledi, “Ben okumuyorum biliyorsun, bunları yolda gördüğüm çocuklara, gençlere dağıtacağım. Hem sana da katkım olsun çok istiyorum kardeşim, hem sen biraz kazan, hem de gençler okusun”…
Aynı dostum, benim aç kalmamam için yine geldi. Bu kez 20 lira atıp, 5 kitabı daha koltuğunun altına sıkıştırdı. Büyük adamdı bu dostum, halk okusun, gençler bilinçlensin diye yaptığı fedakârlığa bakar mısınız?
Az ileride, incik boncuk satan bir kadın geldi. “Ağabey, 50 liraya 5 tane alabilir miyim” dedi. Ne yaparsın, benim gibi seyyarlık yapan bu kadını mı kıracaksın şimdi. Gariban ostu olmak kolay değil. “Al gitsin ablacığım” dedim. Bir saat sonra yine geldi abla. Bir 50 lira daha verip, 5 kitap daha aldı. Sonra yine geldi, bir 50 lira daha verip, 5 kitap daha aldı. Merak edip takip ettim. Benden 50 liraya aldığı 5’er tane kitabı, incik boncukların önüne dizip, tanesini 75 liradan okutuyordu abla. Birisi sordu, “İleride tanesi 20, 30, 40 lira, sende niye 75 lira?” Abla yanıtladı. “Amaan, onu boş ver be abicim, o korsan satıyor. Benimkiler Orcinal orcinal!”
“Vay o…pu!”
Dostlarla bütün gün çay içiyorduk. Kitaba meraklı olanlarda vardı. Benim iskemleme oturup, ısmarladığım çayları içerken, saatlerce okuyup, bir de okuduklarını kafa ütüleyerek bana anlatıyorlardı. Ayaküstü, 30’ar, 60’ar sayfa okuyup giden arkadaşlarım da “Vallahi iyi oldu buraya açman, biraz biz de kitap okumaya başladık” diyorlardı.
Liseli, üniversiteli öğrenciler de, 50 lira verip, üç beş kitap alıp gidiyordu. Çaycı geliyor, akşam hesabını kapatacağız diyor ve ben ona her gün 750 lira çay parası ödüyordum. Sonra, bir gün öğrenci, genç, çocuk dostu arkadaşım yine geldi, 50 lira verip, bu kez koltuğunun altına değil; yanında getirdiği Migros poşetine 20-30 kitabı doldurmaya başlarken, ben yataktan sıçrayarak kan ter içinde uyandım…
“Vermem, vermem!” diye bağırıyormuşum. “Neyi vermezsin, neyi vermeyeceksin?” diye sordu Güler. Baktım evdeyim, kitaplar yan odada, yerli yerinde; nihayet cevap verdim. “Kitapları vermem. Vazgeçtim, başka iş yapacağım, kütüphanemi bir daha dağıtmayacağım” dedim.
Tanıdığım herkesten, siyasi partilerin tamamından iş istedim. İŞKUR başvurdum. İŞKUR Müdürü kaliteli bir insandı. Beni severdi. Beni aldı götürdü TOGG’a… Sektör değiştiriyordum. Yeni uzmanlık alanım, bu kez yemek sanayi olacaktı.
İşe başladık. İlk vardiyam sabah 04.30, öğlen saat 14.30 vardiyası oldu. Saat sabaha karşı 4’te servis bizi iskele meydanından alıyor, TOGG’a gidiyorduk. Müthiş bir sanayi kuruluşuydu. Yemek firmasındaki görevim, üç büyük yemekhaneyi denetlemek, sonra da yetişmesi için paketlemeye yardım etmekti. Denetimde, bir büyük yemek kazanının eksik olduğunu öğrendim, bir gider tıkalıydı ve bir yemekhanenin bulaşıkhanesinde de sıcak su musluğu bozulmuş, kimse tamir etmiyordu. Bunları müdür kanalıyla, üst mercilere ilettim. Paketleme servisi yoğundu. Harıl harıl yemek pişiyor, yemekhaneye gidiyor, paketlere konuluyordu.
Yemekhaneye gelemeyen çalışanlara sabah kahvaltısı, öğlen yemeği, ara öğün, akşam yemeği, gece servisi yetiştirmek zorundaydık. Her gün hijyen kontrolü, gıda testleri yapılıyor, ardından hummalı çalışma başlıyordu. Evet, 200 kişilik paketleme yaptık. Artık bir sigara içebiliriz. Çekyalı Mühendislere 150 yeni paket… Bitmedi, Hollandalılar da 100 paket, montaj servisine 250 paket. Sigarayı, çayı, dinlenmeyi unut. Şunları da yetiştirelim, bir bakarız… Japonlara 50 paket, kabloculara 100 paket motorcular yememiş daha 250 paket acil!… Yemek sektörünü kimse küçümsemesin, onlarca, yüzlerce, binlerce kişinin emeği alın teri var orada…
Yeni kazan alınmış, gider açılmış, sıcak su çeşmesi onarılmıştı… Ama paket servisi hiç durmuyordu. Zaten arızalı sol bacağım SOS veriyordu. Üçüncü günün öğleden sonrası servisten indiğimde yürüyemez haldeydim. Sol dizim şişmişti. Menüsküs yırtığı varmış. Eve geldim, ne yaparsam inmedi. Ağrısı, sancısı da cabası… Müdürleri aradım. Pes ettiğimi söyledim. Yemek sektörü maceram kısa sürmüştü.
İŞKUR Müdürünü aradım. İşe başlayınca, yoğunluktan teşekkür bile edememiştim.
“Dizim şişti Müdürüm bırakmak zorunda kaldım, ayrıca çok yoğundu teşekkürü şimdi edebiliyorum, kusura bakma seni de mahcup ettim. Artık başka sektörlerde de görüşmek ümidiyle” dedim.
Kahkahayı bastı müdür. İçi dışı bir adamdı müdür. Ağzına geleni söyledi hemen:
“Yahu üzülme, dizine de dua et. Çok iyi olmuş bırakman. Zaten malum partililer çok kızdılar bana, sana nasıl iş bulurmuşum diye. Yani dizin şişmese, en fazla bir hafta sonra kovduracaklardı seni!”
Bu zihniyeti taşıyan insanlar acılar içinde gebermedikçe, Gemlik’in laneti kalkmaz diye geçirdim içimden. Ne diyebilirim ki, Allah Belalarını versin. Kim olursa olsun birisinin ekmeğiyle oynayan insandan, partiden, kentten kimseye hayır gelmez çünkü. Lanetli kere lanetlidir onlar. Ve daha iflah olmazlar, bin namaz, on bin umre, yetmiş beş bin hac da kurtarmaz onları. Kul hakkına girer ve Tanrı’nın en sevmedikleridir. Gemlik’te çoklar. Temizlenmeleri şart. Türkiye’de çoklar, gitmeleri şart!
Bir yandan ısrarla okumayı sürdürüyor, diğer yandan çıkarmayı ertelediğim Gemlik Son Nokta Gazetesi internet sitesine arada sırada yazılar yazıyordum. Bir ara Gemlik Belediyesinin aylık çıkardığı edebiyat tarih dergisinden teklif geldi. Kabul ettim. Ama baktım ki, gazeteciliğim yazarlığım umurlarında değil; sadece bana destek amaçlı, kısacası acıdıkları için bu teklif, iki üç sayı sonra oradan da ayrıldım. Benden başka herkesin yazısı çıkıyor, herkese dergide teşekkür ediliyor, herkes yazar, herkes gazeteci, herkes tarihçi ilan ediliyordu. İlginç bir dönemdi ve üstelik bazı belediye meclis üyeleri de, sanki atomu parçalıyormuş ciddiyetinde, soru önergeleriyle benim dururumu gündeme getiriyordu. Dönemin Belediye Başkanı Mehmet Uğur Sertaslan’ın bu umurunda değildi ama durum da ortadaydı.
Sendikacı Ayhan Ermiş ağabeyim, Balık pazarının en eski kahvehane işletmecilerinden olan Ali Ağabeyin ocakçı ve garson aradığını söyledi. Hemen onu da kabul ettim. Günlük 150 liradan çalışmaya başladım. Öğlen bir de gidiyordum, gece bir de süpürge, temizlik, kül tablası, bulaşık yıkama sonrası çıkıyordum. Siteye haberleri de çok yorgun değilsem, sabaha karşı saat 02.30 da koyuyordum. Gündüz mümkün değildi. İlk birkaç gün iyi gitti. Birinci hafta geldiğinde, tedavisini ertelediğim muhteşem sol bacağımın, sol dizi yine şişmeye başladı. Christy Brown, ‘Sol Bacağım’ diye kitap yazmıştı. Beyin Felci geçirmiş ve doğumundan itibaren sadece sol ayağını kullanan bir adamın hikayesi. Benim sol bacağım da meşhurdu, kitabı yazılsa, filmi çekilse, iyi gişe yapardı. Çocukken çaydanlık dökülmüş, yanmıştı. Hastane de yanlış iğne sonucu varisler çıkmış, ameliyatta 6 bölgeden kesilmişti. Futbol, Basketbol oynarken sol ayağım burkulmuş, askerde de bu iki kez tekrar etmişti. Yetmemiş, kurşunu da yemiş bir bacaktı sol bacak. Şimdi de menüsküs çıkmıştı işte. Babamın işlettiği Balıkçılar Derneği’nin ardından yeniden çalışmaya başladığım garsonluk ve ocakçılık sektörünün de onuncu gününde sonuna gelmiştim.
Bir de Muhabbet Kuşumuz vardı. Adı Şukufe. O da öldü bu şehirde…
Gemlik defterini de böyle kapatmıştım…
Taşımacılar yine isyan ettiler kitapları taşırken, onlara, kütüphane savaşlarımın özetini yaptım. Ne durumlarda bırakmadığım kitaplarımı, dergileri, gazeteleri, bundan sonra da asla bırakmayacağımı güzel bir dille anlattım.
Hani, geçen hafta da yazmıştım, okuduğum kitaplar ve izlediğim her şey üzerine Pazar yazılarını sürdüreceğim diye, işte bu istikrarlı yazma süreci öncesi, kütüphanemin genel öyküsünü bilmenizde fayda var diye düşündüm. Zaten bu yazıyı, okumayı sevenlere, kütüphanesi olanlara yazdım. Beni en iyi onlar anlarlar diye.
Aslında bunu da itiraf edeyim, bugün sizlere Kütüphane öykülerimin özetini yapıp, ayrıca çok sevdiğim gazeteci ve yazarlardan Serdar Turgut’un “Kütüphanemdeki Sesler” kitabını yorumlamaktı amacım. Onu da başka bir yazı da değerlendiririz artık.
Bugünkü ilkyazımda, kişisel kütüphanemden yükselen sesleri size anlatmak istedim. Sesten öte çığlık oldu sanırım. İdare edin işte!…
Yazının girişinde de dediğim gibi; “Zaman bir an’lar toplamıysa, anılar yaşanmışlığın yazıya dökülesi başyapıtlarıdır…”
Sürç-i Lisan eylediysek telafi etme ihtimalimi seviyorum…
Bu yazıyı beğenmeyenler, Etilerkütüphane’de neler dönüyormuş, ona devam edebilirler…
Haklısınız, orada yaşananlar bence de daha zevkli…
AKLIMDA KALANLAR…
Bilinmedik bir hüzün
var içimde
Anladım ki,
ya ben fazlayım bu şehirde
ya da biri eksik…
BİR SÖZ…
“Bir kitap yazmak korkunç, yorucu bir mücadeledir, tıpkı bazı acı dolu hastalıklarla uzun süre mücadele etmek gibidir. Karşı koyamayacakları veya anlayamayacakları bir iblis tarafından ele geçirilmedikçe kimse bunun nasıl bir şey olduğunu anlayamaz.” | George Orwell
HAFTANIN ŞİİRİ…
Bitme, bak, içtim, yürüdüm, kederlendim
Denize girdim, üşüdüm, sana geldim.
Düş bitmeden sen bitme.
Bitmeden sevgi gitme…
Bitme! Bak, koştum, savruldum, hep örselendim.
Cıgara ziftlendim, ille de seni sevdim.
Uzaklarda öyle çok kederlendim.
Günler bitmeden bitme.
Bitmeden hasret gitme…
Bu yangın geceler, bu intihar.
Gidersen paramparça yüreğimde ağıtlar!
Bu dolunay gecenin göğsünü yarar.
Benim göğsümde de sana geniş bir yer var.
Düş bitmeden sen bitme.
Bitmeden sevgi gitme…
BİR DİYALOG…
“Ne İş yapıyorsunuz?”
“Emekliyim.”
“Allah başka dert vermesin”
“Amin kardeşim…”
HAFTANIN ŞARKISI
“Gülümse”
Gülümse hadi gülümse
Bulutlar gitsin
Yoksa ben nasıl yenilenirim
Hadi gülümse
Belki şehre bir film gelir
Bir güzel orman olur yazılarda
İklim değişir Akdeniz olur gülümse
Tut ki karnım acıktı
Anneme küstüm
Tüm şehir bana küstü
Bir kedim bile yok anlıyor musun
Hadi gülümse
Sazlarım vardı, ırmaklarım vardı
Çakıltaşlarım vardı benim
Ama sen başkasın anlıyor musun başkasın
Belki şehre bir film gelir
Bir güzel orman olur yazılarda
İklim değişir Akdeniz olur gülümse
ŞİİR KEMAL BURKAY, BESTE VE SESLENDİREN SEZEN AKSU…
NOT: Haftaya da görüşmek ümidiyle…