Hava sıcak mı sıcak. Gölgede 40 derece olmalı. Akşamüstü olmasına rağmen, bir serinlik bekliyor insan. Ama olmuyor. Otobüsün içi kalabalık mı kalabalık. Kliması yetersiz kalıyor. Ayakta duran, durmaya çalışan insanları geçtim, oturanların bile yüzü asık. Her durakta binenler, inenler oluyor, psikoloji değişmiyor. Mutsuz, gergin, öfkeli, endişeli, düşünceli, panik halinde, çaresiz ve umutsuz insan yığınları.
Ortadaki adama dikkat kesiliyorum. 55 yaşlarında olmalı. Bir Doksan boylarında, yıpranmış, kel ve kalan bölümleri de kır saçlı. Otobüste dalgalanma oldukça, yüzünün mimikleri değişiyor. İçinden konuştuğu belli. Kendisi gibi ayakta duran insanlara, gençlere, kadınlara saygılı ama. Üst demirlere sıkı sıkı tutunup, kimseye çarpmadan, evinin olduğu durağa gelmeyi bekliyor. Durakta inmek isteyenlere, gergin olmasına rağmen, kibarca yer vermeye çalışıyor.
Otobüs yokuşu çıktı. Her seferinde en çok insan bu durakta iniyor. Birazdan otobüs rahatlayacak. Tam ortada Bir Doksan boylarındaki, 55 yaşlarında olan, kel ve kır saçlı adam. Önden gelenlere yer veriyor, yanındakilere yer veriyor. Otobüsün arkasından gelenlere de yer açmak için, sağındaki ve solundaki kadınların yeni yerlerini almasını bekliyor. Ama olmuyor, bela onu orada da buluyor.
Her tarafı ferace ile çevrelenmiş giysili, simsiyah güneş gözlüklü bir kadın gelip hem adama vuruyor hem de yüksek sesle bağırıyor: “Çekilsene kenara, ineceğiz işte. Dikilmişsin oraya. Saygısız Herif!”…
Önce, kibarca, “Sen de geç diyor adam” Ama bu gelecek fırtınanın başlangıcı oluyor. “Seni değil, seni belediyeye bulunduğu tarikatın ismini vererek, bu otobüsü sana özel hale getirmeyen hacı abiyi sevmek lazım!” diyor… Kadın durakta halen bağırıyor. Adam da kendi kendine söylenmeyi sürdürüyor. “Her yeri pıtrak gibi sardılar, sağdılar, memleket kendilerinin oldu. Başkasının yaşama şansı yok. Halk otobüslerini de babalarının, kocalarının, gönül verdikleri siyasi partinin, cemaatlerinin malı sanıyorlar!”…
Yer buluyor adam, yanıma oturuyor. Yaklaşık iki saat önce ev sahibi ile oturmuş. Henüz bir yıl olmadan, evden çıkmasını istiyormuş. Geçici bir süre vermiş ve kirayı da yüzde yüz artırmış. Ev sahibi ile yüz yüze görüşmelerine rağmen, belli bir süre konusunda anlaşmalarına ve el sıkışmalarına rağmen de, ev sahibi daha o eve bile gitmeden noterden tahliye kâğıdı göndermiş… Öfkesi buna… Bizim konuştuğumuzu duyanlar da katıldılar söze. Herkesin derdi ev sahibi. Herkese tahliye kâğıdı yağıyor. Emekliye zam yok. Sabır dileği var. Şükür temennisi var. “Bankaya gittim, krediler de kesik. Kimseye kredi verilmiyor” diyor diğer bir başka emekli. Borcu borçla kapatmak bile mümkün değil bu ülkede….
……. …….. ……. ……. …….
Din Felsefesi ve Din Sosyolojisinin yanı sıra Fıkıh ve Ahlak konularında uzman bir ağabeyimle çay için, önümüzdeki üç ayrı gazetenin, üç ayrı üçüncü sayfa haberlerini yorumluyoruz. Ülke insanının şirazesi kaymış durumda. Ev sahipleri kiracılarını, kiracılar ev sahiplerini öldürüyor. Az kanlı olanında, beysbol sopaları, demir çubuklar, bıçaklar aktif halde. Çocuklarını ve karısını öldürüp intihar edenler iyice arttı. Kendini yakanlar, zehirleyenler, asanlar, bileklerini kesenler de öyle… Boşanma davalarında dünya rekoru kıran bir ülke olduk. İşsizlikte ve enflasyonda da öyle. Trafikte birbirine girenler, hırsızlıklar, gasplar, soygunlar, tecavüzler, tacizler, ev ve dükkân basmalar. İnsanları kaçırıp işkence görüntülerini sosyal medyaya verenler, kardeşini, akrabasını öldürenler, sosyal medya yazışmalarını katliama çevirenler…
“Allah yardımcımız olsun üstat!” diyorum.
“Allah bu ülkeyi terk etti evlat” diyor; Din Felsefesi ve Din Sosyolojisinin yanı sıra Fıkıh ve Ahlak konularında uzman ağabeyim. Bir yandan yeni gelen çayının şekerini karıştırıyor, diğer yandan sigarasını tüttürerek devam ediyor. “Allah bu ülkeyi terk etti evlat… Şeytana ve müritlerine bıraktı ve gitti. Bir daha yeni bir Atatürk’te kesmez, iyisinden ve ahlaklısından, üstelik Siyasal İslamcı olmayan yeni bir Peygamber gerek bize. 25. Peygamber. Ahlaklı, adil, dürüst, cesur, demokratik bir Peygamber…”
Gazetenin birinci sayfasını çevirip önüme ittiriyor. Eliyle işaret ettiği haberi okuyorum.
“… Saray’ın ilk altı aydaki gideri toplam 2 Milyar 171 Milyon, günlük 21 Milyon. Bir saatlik 900 bin lira olarak hesaplandı. Mayıs ayında yapılan harcamalar 316 Milyon lira iken bu rakamın Haziran ayında 647 Milyon liraya yükseldiği görüldü…”
“Bir de bunlara korumaların giderlerini eklersen, Saray dakikada 30 bin lira bu ülkenin kaynaklarından yiyor evlat… Kamuda tasarrufta yok, araç kiralamaya bu ay 111 milyar lira harcanmış… Ama emekçiye, emekliye, sabret, şükür et deniyor. Fransa emeklilik yaşı 2 yıl yükseltildi diye eylem yapıyor, bir Arap ülkesi yumurtaya zam geldiği için, öteki bir kereliğine mazota, benzine zam yapıldığı için ayaklanıyor. Bizde de kafasını kaldıran, soran sorgulayanın tepesine biniliyor. Ya hapiste, ya hain yaftası, ya FETÖ’cü damgası yiyor ” diyor… Sigarasından bir nefes çekip, konuşmasını bu kez fısıltıyla devam ettiriyor… “Sarayın 7 ayıyla emekli, bir yılıyla tarım, iki yılıyla esnaf, üç yılıyla sanayi, 4 yılıyla eğitim, sağlık kurtulur… Su içinde herkes ortalama 50 bin lira maaşla, mutlu yaşar evlat! Hesap ortada… Keşke bunları dile getiren gerçek bir muhalefet ve anlayan bir halk olsaydı, ama cahilliğe bu kadar yatırım yaparsan, meyvesini de böyle alırsın işte… ”
Bir sigara da ben yakıyorum. Çaylar tazeleniyor. Garson, çayları masaya bırakırken, Üstat devam ediyor.
“Bunların hepsi 20-23 Milyonluk mutlu, çok mutlu azınlık için oluyor evlat… Bu ucube sistemden beslenen 10 milyon kişi, kur korumalı mevduattan 5-6 milyon kişi… Üç beş ballı maaş ballı emeklilik alan 2-3 milyon bürokrat… Hiçbir üretim yapmayan, boş beleş geçinen cemaatlere giden paralar… Müteahhitler ve çevresi… 25 Milyona yakın mutlu çok mutlu azınlık adına… Geride kalan 60 milyona yakın insan kimsenin umurunda değil… Din, vatan, millet, ezan, bayrak, hepsi bunlara birer kılıf… “
Biz bunları konuşurken, 7 bin 500 lira maaş alan bir emeklinin, evinin kirası 6 bine çıktığı için, çocuklarına bıraktığı mektup aklıma geliyor. Az sonra hayat arkadaşını ve kendisini öldürecek olan bu emekli, çocuklarına veda ve af kelimeleri döktürürken, gözyaşlarını tutamıyor. Bu dünyada ne için yaşanır, onur için!… O onuru da, birileri elinden almış işte… Görüntüyü zor da olsa kafamdan atıyorum…
O sırada sahil kenarına bir jeep yanaşıyor. Arabalardan hiç anlamam. Yan masadaki gençlerden birisi, “BMW’ye bak!” diyor. Ötekiler de, “Vaavvv !” çekiyor… Araba sahildeki iki aracın arasına bir türlü park edemiyor. Gözüm şoföre ilişiyor. Bir kadın var sürücü koltuğunda. Bir ileri; bir geri yapıyor. Olmuyor.
Gençlerden birisi fırlıyor arabanın yanına gidiyor. “Abla ben park edeyim istersen?”
Kadın olumsuz anlamında başını sallıyor ve son bir hamle ile BMW olduğunu öğrendiğim Range Rover tipli dev aracını iki arabanın arasına park etmeyi başarıyor.
BMW’ye binme şansını yitiren genç ile masada kalan arkadaşları dalga geçiyorlar. O sırada arabadan kadın ve genç bir kız iniyor. Kadın 40’lı yaşlarında. Başörtülü, muhafazakâr giyimli ve kilolu bir tip. Yanındaki de kızı olmalı. 15-16 yaşlarında, onun başı açık ve o da kilolu. Anne kız bağlantısını kurmak zor olmuyor. Arabayı “Dııtlı” bir sesle kilitleyip, sahile çıkıyorlar.
Gençler gıybete başlıyorlar.
“Adama bak; böyle bir kadına BMW almış!” diyor birisi.
Ortadaki, “Ne biliyon oğlum, belki kadının bilmediğin numaraları vardır” diyor ve gülüşüyorlar.
BMW kullanma şansını yitiren genç de katılıyor dedikoduya.
“Bence adam, BMW’yi aldı ve kadını başından savdı. Şimdi kim bilir kendisi de nerede kimlerle? Hem bunlarda 4 karıya kadar helal değil mi oğlum?”
“Görüyor musun evlat” diyor, filozof üstat. “Ve hem görüyor hem de tehlikenin farkında mısın?
Kafa sallıyorum umarsızca.
“Ülke elden gidiyor, bölünüyor. Eskiden bu sahile kimin arabası gelip, kim park ederse etsin. Şöyle bir bakılır geçilirdi. Şimdi, gıybetten, hasetten, için için yükselen öfkeden, çaresizlikten ve gıcık olmaktan geçilmiyor! Şu bir gerçek ki, bu çocukların kendileri, anneleri, babaları, kardeşleri, birinci derecede yakın akrabaları hep birlikte çalışsa, bir kenara para koysalar bu arabayı bu şartlarda asla alamayacaklar.”
“Hı hı” diyorum… Sonra bir sigara daha yakıyorum.
“Tehlikenin farkında mısın evlat?” diyor filozof ve üstat!
“Farkındayım” diyorum, bardakta kalan son çayı yudumlarken…
…….. …… …… …… ….. …..
Ekmek 7,5 lira olmuştu çoktan. Besaş ekmeğine de zam geldi. Bekliyorduk zaten sürpriz olmadı. Ulaşım da pahalı hale geldi. Şehir içi artık 12 lira. Gemlik Bursa’da 27 lira 20 kuruş. Mahalledeki kahvede de çay geçen ay 4 liraya çıktı. Bu ay 5 lira olabilirmiş. Az önce marketten çıktım… Beynimdeki, ruhumdaki, bedenimdeki ve zihnimdeki şoku atmak için kahvehaneye uğradım.
“Baksana evladım” diye bağırıyor iyi giyimli, göbekli bir ağabey garsona… “Masaya çay getir. Say işte herkese benden!”
“Ya işte öyle, emekli olup geldim artık. İnsanın vatanı gibi var mı bu dünyada? Türkiye cennet cennet. Bazı nankörler varsın kıymetini bilmesinler. Bu vatanın değerini gurbetçi bilir”
Masaya çaylar gelir, ihtiyarlardan birisi, “Cennet olmasına cennet bu ülke amma emeklilere zam yapılmadı. Valla sürünüyoruz be abi…” der.
“Ah be, siz şükredin. Almanya daha beter. 10 bin avro alıyorsun, 6 bin avro kiraya veriyorsun. Boş yere demiyor reisimiz. Almanya bizi kıskanıyor diye. Orada yaşam daha zor… “
“Sen ne kadar emekli maaşı alcen şimdi?” diye soruyor masadaki bir diğeri.
“Alaman hükmeti yeni zam yaptı. Bin 153 avrocuk emekli maaşı alacağım” diyor.
“Aboovvv !” diye bağırıyorlar hep birlikte. “Çok düşükmüş laa!”
“Ya, ya… Ben size ne diyorum. Bu ülke cennet cennet!”
Masadakilerin hepsi, Almancının ısmarladığı çayları içerken, 7500 lira ortalamalı emekli maaşları için Recep Tayyip Erdoğan’a dua edip, şükür duaları etmeye başlıyorlar.
Çaktırmadan Google amcayı açıp, bin 153 avrocuk emekli maaşının Türk Lirası karşısındaki değerine bakıyorum. 34 bin 111 lira 75 kuruş yapıyor!
……….. ……… ……… ……… ……. ……..
Sabahın köründe uyanıyorum. Uyku tutmuyor yine. Bu aralar hep öfkeliyim zaten. O nedenle hayırdır, neden böyle gerginim, nefret doluyum, falan deyip, astrolojiye de bakmıyorum bu sabah. Kova Dolunayı falan hikâye. Çayı demleyip, cep telefonuma dünden gelen ama bakmadığım mesajlara bakıyorum. Vatandaşın halini bilmeyen anlamayan bankalardan biri 4 defa mesaj atmış. 193 lira kalmış, bir an önce öde yoksa seni!!! Anladın sen onu diyor… Kredi veren yok. Bir başka kurumdan da mesajlar gelmiş. Güya devlet bankası garantili bir kurum. 80 bin lira krediye 80 binin üzerinde ödeme yapmamıza rağmen, pandemi, devlet lütfu, ekonomik kriz derken, gecikmelerle yeniden 70 bine çıkan borcu kapatmamı istiyor. Ev sahibi de çık diyor.
Türkiye’nin yüzde 60’ı gibiyim bu günlerde. Mucize bekliyorum. İçimden birkaç dua ediyorum. Sonra filozof üstadın dedikleri geliyor aklıma. “Allah bu ülkeyi terk etti evlat… Şeytana ve müritlerine bırakıp gitti!” …. Acaba boş yere dua etme mi demek istedi üstat?
Televizyonu açıyorum. AB Kartını iyi oynamış bir Türkiye’den herkes çekiniyormuş. Ortadoğu’da oyun kurucuymuşuz. F 16’ları söke söke alacakmışız. Sarayda başka ülkelerden birisinin önemli bir başkanını ağırlayacakmışız.
2021 Şubat ayındaki bir imge beliriyor kafamda. Kandil gecesiydi. Birileri, Suriye’nin kentlerini plaka olarak sayarken, Rusya bombardımanında 35 askerimiz şehit olmuştu. Kutsal günde 35 insanımızı parçalatmıştık. Hesabı soruldu mu? Hayır. O Şehitlerimizden birisinin bile ismini hatırlayan var mı? Hayır. Adam bir askerini bırakmamak için, oskarlı filim çekiyor, biz daha 35 şehidimizin hesabını soramazken Ortadoğu’nun oyun kurucu lideri oluyoruz. Öyle mi?
“Dostum Putin!!!”
FETÖ belasını, FETÖ’den aranan adamların kardeşlerinin, ağabeylerinin bakan bürokrat yapılıp, halen iktidarda olmasını falan geçiyorum…
Ana Muhalefette birbirini yiyormuş. Değişim, değişmeme, yenileme, yenilenmeme… Halkı, emekliyi, emekçiyi, bu sistemi sorgulayan, dile getiren var mı? Siyasetin canı cehenneme diyorum…
Bir başka kanala geçiyorum. Psikiyatr bir kadın konuşuyor. Ülke çıldırmış, cinayetler, kavgalar, intiharlar, şiddet artmış, onu anlatıyor. Psikolojik gerekçelerini sayıyor. Eğitim, yalnızlık, ekonomi, yaptırım gücü olmayan cezalar, yasadaki boşluklar… Ordunun içine sızdılar, emniyete, yargıya, eğitime, sağlığa, tarıma, medyaya…. Hepsi delik deşik edildi. Yeniden eski devlet ciddiyetinde, sağlam yasalara geçilmesi için, 100 yıl yeter mi? O da şimdi başlansa mesela? Daha ne bekliyorsunuz ki? 60 milyona yakın gereksiz görülen insan var bu ülkede…
Bakın bu ülkede camiden çok psikiyatra giden var. Ne değişiyor?
Hepsi 20-23 milyon insanın refahı için değil mi? O güzel arabalar, o muhteşem sahiller, koylar, oteller, zirveler onlar için değil mi? O muhteşem cep telefonları, o lüks evler, o paralı modern çağdaş okullar onların çocukları için değil mi?
Sabahın ilk çayını fincana doldurup, bir sigara daha yakıyorum.
Güler’de uyanmış, yanıma geliyor. “Sabah ezanı okuyor, sen kendi kendine konuşuyorsun. Hadi gel, abdest al, birlikte namaz kılalım diyor”
“Biliyor musun Güler” diye soruyorum, banyonun yolunu tutarken…
“Neyi?” diye soruyor.
Üç ağıza, üç buruna, üç yüze…
“Allah bu ülkeyi terk etti”
“Tövbe, tövbe…”
Önce sağ kol, sonra sol kol, güzelce, serin suyla…
“Şeytana ve müritlerine terk etti…”
“Tövbe tövbe!”
Başa, enseye su çarp…. Oh, serin serin…
“Bize yeni bir Atatürk Kesmez artık!”….
“Tövbe , tövbeee….”
Önce sağ ayak, sonra sol ayak…”
“İyisinden, güzel, ahlaklı, adil, dürüst, cesur, siyasi İslamcı olmayan bir yeni Peygamber şart bize!”
“Tövbe tövbeeeee….”
Eller, yüz, kollar, ense ve ayaklar durulanır…
“25. Peygamber!….”
“Çarpılacaksın, tövbe de! Namaza dururken söylenecek şeyler mi bunlar?”
“Daha ne olabilir ki, sadece bugün yaşadıklarımı, gördüklerimi, duyduklarımı anlatsam, sen bile inanmazsın… Ayrıca Türkiye’de hızlıca Arap ülkesi olmaya everiliyor zaten. Hep Araplara gelecek değil ya, bize de gerekli artık!… Hem ben namazı, bunlar için kılmıyorum ki… İçimden geçenleri bilir o… O, şah damarımızdan da yakın değil mi? Hani, terk etmeseydi yani!”
“Tövbe tövbeee!”
Namaza duruyorum, filozof üstadın sözlerine uyup, ilk duamı, “Geri gel, hadi bir şans daha ver bize!” diye okuyorum…
Hakikaten, gidişatın ve tehlikenin farkında mısınız?