22 Mayıs 1988 tarihinde mesleğe Gemlik Çağrı Gazetesinde başladım. Çağrı Gazetesi sahibi Sayın Mustafa Eren –ilk patronum-meslekteki ilk öğretmenim- elime bir tane (poşet model )diye tabir edilen küçük bir fotoğraf makinesi tutuşturup, bir de not defteri ile tükenmez kalem verdikten sonra, “Hadi, fırla sokaklara, ne görürsen, ne duyarsan fotoğrafla, not al ve haber yap” dedi. İlkokul, Ortaokul ve Lise’ de yazdığım kompozisyonların dışında hiçbir yazı tecrübem yoktu. Gazete, kitap, dergi okumayı severdim ama haber yazma konusunda en ufak bir fikrim yoktu.
Tereddüt ettiğimi, beynimde sormak isteyip, soramadığım sorular olduğunu fark eden Mustafa Eren, gazetecilikteki ilk dersi ayaküstü vermiş oldu. “Haber nedir biliyor musun? Haber, köpeğin insanı ısırması değil, insanın köpeği ısırmasıdır!”
36 yıl 10 gündür sokaklardayım, aralarda kısa süreli başka meslekleri denesem de, hep gazeteci kaldım, gazeteci kalmaya, yazar olmaya, devam ettim. On binlerce haber, binlerce köşe yazısı, yüzlerce öykü, bir de roman yazdım. Meyhanelerden, batakhanelere, en lüks otellerden, başka kentlere, başka ülkelere dolaştım durdum. Binlerce ve her karakterden insan tanıdım. Bakmasını bilirsen, her yerde, her şeyde, her insanda bir haber potansiyeli, bir öykü, bir roman, bir film senaryosu görürsün. Gördüklerimi, yaşadıklarımı, sınandıklarımı elimden geldiği kadar yazıya döktüm.
Yarım asra aşkın tecrübemle şunu diyebilirim ki, iletişim fakültelerinde okutulan, alaylı gazetecilere de ilk ders olarak verilen, köpeğin insanı ısırmasının doğal, insanın köpeği ısırmasının haber olma dersinin tamamen saçma olduğudur. Boşuna aramayın. İnsan asla köpekleri ısırmaz- siz haber olsun diye insanın köpeği ısırmasını beklersiniz- ama ısırmaz. Direk öldürür, katleder, yok eder…
Şimdi bir ölüm taslağı hazırlanıyor ve bunu yasalaştıracaklar. Yağdanlık basın, rezil basın, (hayvan severliği mama lobisine bağlayan aşağılık basın televizyonlarda, gazetelerde, dergilerde, köpek saldırıları haberlerini artırdı. Ölüm taslağına, kendilerinin tasmalarını takanların güdümünde sonsuz destek veriyorlar. Oysa bu ölüm taslağı hazırlanan canlının önünde iki seçenek bulunuyor. Bu sözde yasal düzenlemeye göre, ya sahiplenecekler, ya da uyutulma adı altında öldürülecekler… Zaten, yasa olsun veya olmasın, hep öldürmüyorlar mı?
1993 yılında da öldürüyorlardı. Gemlik’te Zabıtaya bağlı itlaf birimleri vardı. Ayda birkaç kez katliama çıkarlar ve sokakta gördükleri kedi köpekleri saçma ile vurup, öldürürlerdi. Bir de utanmadan, gazetecilere bilgi geçilir, itlaf ekibi, 17 köpek, 35 köpek öldürdü diye övünürlerdi. (Nedense birçok kediyi de katletmelerine rağmen, sadece öldürdükleri köpekleri sayısını verirlerdi) Allah’ın sopası yok. Başka numaraları var tabii ki… Bir gün bu itlaf ekibi, bir köpek vuracağım diye, bir manav çırağını vurdu. Başka belediyeleri bilmem ama Gemlik Belediyesi bu olay sonrasında duruldu. İtlaf ekiplerini sokaklardan çektiler. Hayvan katliamını, kan banyosunu bir süre olsa da, gözümüze gözümüze sokmaya ara verdiler.
Birbiriyle bağlantılı maneviyat ararsanız, şunu da anlatabilirim. Manav çırağının vurulduğu bölge de, manav çırağı vurulduktan yaklaşık 15 yıl sonra, bir çorbacı açıldı. Müthiş bir reklamı vardı. Ucuz mu ucuz, lezzetli mi lezzetli tavuk çorbası yaptığı söyleniyor, insanlar kitleler halinde bu çorbacıya akın ediyordu. Allah’ın sevgili kulu muydum, yoksa başka bir şeyler mi engel oldu bilemiyorum. O kadar arkadaş ısrarına rağmen bir türlü gidip de o meşhur, ucuz ve lezzetli tavuk çorbasından içemedim. Çorbacının ikinci yılında, bir ihbar gitti ve ekipler baskın düzenledi. Meşhur çorbanın içindeki bol ve lezzetli beyaz etlerin tavuk olmadığı, martı olduğu anlaşıldı. Vahşi kapitalizm sınır tanımaz ve bunu mutlaka bir katliamla taçlandırır. Aynı bölgedeki katliamın bu sefer ki hedefi köpek ve kediler değil, martılar olmuştu…
Aynı manavda çalışan biri ile ilgili olarak da, belediyeye (Eşek Şakası!) ölüm ilanı verilmiş, bu ölüm ilanını hoparlörden duyan babası ve ağabeyi kalp krizi geçirmişti. Oysa manavda çalışan şahıs yaşıyordu. Sonra yasal düzenlemeler yapıldı ve bu eşek şakaları kalmadı…
Hayvanların ölüm taslağını, Türkiye’nin geldiği ekonomik ve hukuk durumundan bağımsız tutamazsınız. Kur Korumalı Mevduat denilen ucube sistemin, hangi hamlelerle başımıza ne işler açtığını biliyoruz. Nas denilerek, tepetaklak edilen ekonomideki faiz düzenini de… İki yıl önce 128 Milyar Dolar nerede? Diye soruluyordu. O şimdi 900 milyar dolar oldu. Soran var mı? Şehit paralarını yediler, deprem paralarını yediler. İmar affı çıkardılar, orada toplanan paraların akıbeti belli değil. Saray günde 53 milyon lira yiyor, tasarrufu halka yüklüyor. Ülke cinnet geçiriyor. Mafya, çeteler kol geziyor. Anayasaya uyulmuyor, AİHM kararları hiçe sayılıyor. Kadın cinayetleri durdurulamıyor. Uyuşturucu konusu gençleri tehdit etmeyi sürdürüyor. Kiralar aldı başını gitti, kavga etmeyen, başını belaya sokmayan ev sahibi kiracı kalmadı. Kısaca ülkenin yüzde 65’ini 10 bin yıl öncesine götürdüler. Orman kanunları geçerli, çözüm bulamıyorlar. Barınma ve gıda 10 bin yıl önce olduğu gibi yine Türk insanının en büyük sorunu… Sağlığı, eğitimi, sınır güvenliğini de bitirdiler. Yabancılara 7 binin üzerinde maden arama ruhsatı verdiler. İnsanların üremesini bile engellediler… Şimdi sokak hayvanlarına sıra geldi…
Bunlar ülkenin en varoluşsal sorunları değil mi?
Sokak Hayvanlarının popülasyonu öldürülerek azaltılamaz…
Tarihten de ders almıyorlar…
Karar Gazetesinden Yıldıray Oğur’un “Kıtmir’den uyutarak kurtulabilir miyiz” başlıklı yazısını tavsiye ediyorum. Hayvan katliamlarının başımıza neler açtığını detaylı biçimde ele almış…
Yazıdan bir bölümü birlikte okuyalım:
“… Önce tarihi cevaptan başlayalım
Meselenin mama lobisiyle ya da insan sevmeyen histerik hayvansever tiplemesiyle bir ilgisi yok.
Aslında cevabı basit.
Köpekler hep oradaydı.
Kimseler yokken köpekler vardı.
Hatta alametifarikamız sokaklardaki kediler ve köpeklerdi.
Irwin Cemil Schick, “Müslüman Türkler ve Köpek” makalesinde bunun tarihini çok iyi anlatır.
Bugün bütün kütüphanelere denemeleri giren Montaigne, daha 1580’li yıllarda yazdığı “Zulüm Üzerine” adlı denemesinde Batılı okurlarına doğaya karşı sorumluluklarımızı hatırlatırken “Türkler ’in hayvanlar için hayır kurumları ve hastaneleri vardır” diye yazmıştı.
Bir yüzyıl sonra 1660’larda Türkiye’den geçerek Hindistan’a giden Fransız gezgin Jean de Thévenot de seyahatnamesinin Türkiye bölümünde “bize saçma gelecek ama” diyerek yine sokaklardaki köpekler, kedilerle ahalinin ilişkisini anlatmıştı:
“Merhametleri hayvanlara ve kuşlara bile uzanmaktadır. Pazar kurulduğu günlerde birçoğu gidip kuş satın alıp, sonra da onları serbest bırakırlar; kuşların ruhlarının, Kıyamet Günü’nde gelip, Tanrı’nın huzurunda onlardan gördükleri şefkate tanıklık edeceklerini söylerler. Gerçekten de acı çeken bir hayvan görmeye hiç dayanamazlar. … Ve bazıları öldüklerinde şu kadar köpeğin ve yahut kedinin haftada şu kadar defa doyurulması için külliyetli miktarda para vakfederler; bu parayı fırıncılara yahut kasaplara verirler ve onlar da aksatmadan ve vaktinde görevlerini yaparlar. Her gün et yüklenmiş̧ adamların gidip vakfın köpekleriyle kedilerini çağırdıklarını, etrafını çevirdiklerinde etleri aralarında paylaştırdıklarını görmek çok keyiflidir. Burada Türkler ‘in hayvanlara gösterdikleri merhametin yüz değişik örneğini verebilirim. Bize çok saçma gelebilecek olan bu tür hareketlerine sık sık tanık olmuşumdur. İyi giyimli birkaç adamın sokakta yürürken yeni doğurmuş̧ olan bir köpeğin yanında durduğunu, hep birden gidip taş toplayıp çevresine küçük bir duvar örerek geçen dikkatsiz birinin yanlışlıkla üzerine basmasını önlediklerini gördüm.”
1700’lerde yolu buralardan geçen seyyah Antoine Laurent Castellan’ın dikkatini hala bu çekmişti:
“İhtiyarlığa ve çocukluğa saygı gösterirler ve iyiliklerini hayvanlara kadar vardırırlar. Leyleklerle kırlangıçlar, kovulmak tehlikesi olmaksızın yuvalarını evlerin damlarında yapabilirler. Hatta bu, evi her türlü felâkete karşı koruyacak olan bir Tanrı lütfu addedilir. Köpekler sürü halinde sokaklarda gezinirler, onlara kötü davrananın vay haline! Merhametli bir Türk böyle hayırlı bir işin masraflarını üstlendiği takdirde, et yüklenmiş̧ adamlar bu hayvanlarla ve kedilerle çevrili halde dolaşırlar, onlara yiyecek dağıtırlar.”
19.Yüzyılda Osmanlı ordusunun modernizasyonunda görev almış Alman komutan Helmut von Moltke de Türkiye mektuplarında hayvanlarla bu kurulan ilişkiden bahseder:
“Evlerde asla köpek bulunmaz, fakat sokaklarda bu sahipsiz hayvanlardan binlercesi fırıncıların, kasapların sadakalarıyla ve aynı zamanda kendi emekleriyle yaşarlar; çünkü köpekler burada temizlik memurlarının görevini hemen hemen tamamıyla üzerlerine almışlardır…”
Bu sadece Batılı oryantalist seyyahların abartılı bir egzotik Doğu anlatımı da değildi. Yine Schick’in makalesine koyduğu, İstanbul şehir hayatını 50’lerden itibaren Türk Folklor Dergisi’ne yazmış Münnever Alp, İstanbul günlük hayatında ve kültüründeki sokak köpeklerini şöyle anlatır:
“İstanbul halkı, kadın erkek, baslarına gelen bir hastalık veya dertten kurtulmak için köpeklere ekmek adardı. “İnşallah şu dertten kurtulayım, köpeklere üç okka borcum olsun…” derlerdi. Dert- ten kurtulsa da, kurtulmasa da adağını yerine getirirdi. Bir işi yapmamağa, bir şeyi içmemeye, bir eve gitmemeye tövbe ve yemin edip de bir zaman sonra yeminini bozmak zorunda kalan kimseler de yemin kefareti olarak oruç tutmak, sadaka vermek yerine üç akşam, beş̧ akşam köpeklere ekmek vermekle yemin kefaretini vermiş̧ olurlardı. … Hali vakti yerinde olan birçok meraklı aileler fırınların ucuza sattığı bayat ekmekten köpekle- re tayın bağlardı. Bütün sokak halkı köpekleri el birliği ile beslerdi. Günde üç öğün sofra artıklarını çöp küfesine atmazlar; bir lokma ekmeği, bir küçük kemiği bile ziyan etmek istemezler; hemen sokak kapılarının hizasına, duvar dibine, ayak basmaz yere dökerlerdi.”
Yani sokak kedileri ve köpekleriyle kurulan ilişki; arkaik, geri kalmış, egzotik, köylü ya da kırsal adetler değildi, tam tersine şehirli kültürün bir parçasıydı ve bu kültürün taşıyıcısı da İslam’dı.
İnançları yüzünden 307 yıl saklanan Ashab-ı Keyf’in yoldaşı Kıtmir adlı bir köpeğin, çölde kalmış bir köpeğe ayakkabısıyla kuyudan su alıp veren bir hayat kadınının cennete gittiğini söyleyen bir hadisin, köpekler, kedilerle ilişki üzerine onlarca hikmetli sözün, kıssanın, nasihatın, atasözünün olduğu bir medeniyette başka bir kültürün oluşması da mümkün değildi.
Ama aynı zamanda köpekler (hatta bir miktar kediler) evlere de alınması dinen ve kültürel olarak da caiz olmayan hayvanlardı.
Köpek hem necisti hem de aç bırakılmaması gereken bir can.
Bu iki birbiriyle çelişkili kültürel ve bize özgü kod birleşince ortaya sokaklarda yaşayan ama herkesin çok hassas olduğu ve iyi baktığı kedi ve köpek popülasyonu oryaya çıktı.
Yani bu kedileri ve köpekleri yüzlerce yıldır sokaklarımızda biz baktık, büyüttük ve koruduk.
Sonra bazı zamanlar geldi sayıları çok arttı, çözüm yolları arandı, tıpkı bugünlerde savunulduğu gibi Avrupalı şehirler gibi olma arzularıyla sokaklardan hayvanları yok etmeyi savunanlar çıktı.
Bu fikri ilk savunan kişinin Osmanlı’nın ilk modernleşmeci despotu 2. Mahmut olması herhalde sürpriz değil.
Köpekleri toplatıp bir otun dahi yetişmediği kayalık Sivriada’ya götürülmesi talimatını ilk veren 2. Mahmut’tu.
Ama bu modernleşmeci fikir, hiç beklenmedik bir geleneksel direnişle karşılaştı.
Kültürel kodlar devreye girdi, “köpeklere zulüm etmeyelim başımıza bir hal gelir” homurtuları yükseldi.
Öyle bir tepki olmuştu ki, köpekler bir süre sonra geri getirilmişti.
Kısa bir süre sonra bu hurafeyi doğrulayan felaketle birlikte.
Mısır’dan Mehmet Ali Paşa’nın ordusu İstanbul’un üzerine yürümüş, Kütahya’ya kadar gelip ancak dış baskıyla, anlaşmalarla geri dönmüştü.
Sonra ikinci büyük modernleşmeci otoriter hamle olan 1908 sonrası yine Avrupa’daki şehirler gibi olmak arzusuyla, İttihatçı vali Suphi Bey tarafından 1910’da köpekler ikinci kez sokaklardan toplatılıp bir kere daha Sivriada’ya götürüldü.
Pierre Loti’den okuyalım:
‘‘…Bu ülkeye İkinci Mehmed’in ordularının ardından gelen köpekler …Terakki’yi ve hükümet işlerine levantenlerin girişini unutmuşlardı. Dört-beş asırlık sadakatten sonra ve kimseyi hiçbir zaman ısırmamış olmalarına rağmen, katliamların en iğrencine mahkûm edildiklerini gördüler. Hiçbir Türk, Hilâl’e uğursuzluk getireceği söylenen bu onur kırıcı görevi üstlenmek istemedi. Bu yüzden serseriler, işsiz güçsüzler ve haydutlar görevlendirildi. Bunlar işlerini demir kıskaçlarla yapıyorlar, zavallı kurbanlarını boyunlarından, ayaklarından ya da kuyruklarından yakalayorlar ve onları rastgele kan-revan içinde Hayırsızada’ya götürecek olan mavnalara atıyorlardı.
… İstanbul‘un diğer bütün köpeklerinden yüzlercesinin yer aldığı Hayırsızada, Marmara’nın ortasında çöle benzeyen bir kayaydı. İçecek bir damla su yoktu, köpekler orada açlıktan ve susuzluktan öldüler ve bu arada bilinçlerini yitirdiklerinden birbirlerini yediler. Adanın yakınlarından bir kayık geçerken hepsi kıyıya geliyorlardı ve yürekleri parçalayan iniltileri duyuluyordu. Bu, iki ay sürdü. Kayıkları ve insanları ne kadar uzakta olursa olsun gördüklerinde, bütün saflıklarıyla yardıma çağırıyorlardı.
…Ve ben de bu köyün insanları gibiydim… Bütün bunların Türkiye’ye uğursuzluk getirmesinden korkuyorum’’
1912-1914 yılları arasında İstanbul Valisi olan Cemil Paşa (Topuzlu), sokaklardaki köpekleri nasıl ima ettirdiğini anılarında anlattı:
‘‘Meşrutiyetin ilânından sonra, İstanbul’daki köpeklerin büyük bir kısmı toplatılarak Marmara’daki Hayırsız Ada’ya gönderilmişti. Bununla beraber belediye başkanlığına tâyinim sırasında 30 bine yakın köpek buldum. Bunları yavaş yavaş imha ettirdim. …Süprüntüleri sabahları kapılarının önüne bir çöp kabı içinde koymayıp sokağa atanların çöplerini tekrar evlerinin içine döktürdüm’’
(Kaynak: Murat Bardakçı- Tarihimizde İki Köpek Soykırımı- Hürriyet)
Korkulan o uğursuzluk da geldi.
Önce deprem oldu, sonra savaş koptu ve imparatorluk yıkıldı.
İnsanlar bu ikisi arasında öylesine bir bağ kurdular ki Sivriada, Hayırsızada olarak anıldı.
Herhalde daha sonra uğursuzluk gelmesin diye kimse böyle radikal yöntemlere başvurmadı. İttihatçıların kötü şöhreti de bu yöntemlerle birleştirilmiş olabilir.
Cumhuriyet arşivlerine göre 1925 yılında bir sokak köpeği tarafından ısırılan Atatürk, en radikal Batılalaşmacı ve modernleşmeci olmasına rağmen sokakları hayvanlardan temizlemeye girişmedi. Köpekleri oldu, hatta onlardan biri Anıtkabir’de sergileniyor.
Yani sokaklardaki köpekler de nüfusları arttığında onlarla ne yapacağımız meselesi de yüzlerce yıllık bir mesele.
Şehirlerde yüzlerce yıl yerleşik bir birlikte yaşama dengesi kurulmuştu.
Bunu bozan göçler ve şehirlerin büyümesi oldu.
Bu iki baskı yarattı.
Şehirler büyüdükçe köpekler şehrin tam içinde kaldı. Onların yaşadığı izbe yerler şehir oldu. Şimdilerde sorunun en sert yaşandığı yerlerin şehir dışındaki siteler ve çevresi olması bir rastlantı değil. Yani köpekler şehrin içine girmedi, biz köpeklerin yaşadığı yerlere şehirler kurduk.
Kırsaldan şehirlere artan göç de sorunun görünür olmasının nedenlerinden biri oldu.
Şehirliler gibi köpeklerle ve kedilerle yüzlerce yıllık bir ortak yaşam kültürü olmayan köylüler için hayvanlar ikiye ayrılır; faydalı hayvanlar ve zararlı hayvanlar. Köpek bu ikisi arasında kalmış bir hayvandı ve birlikte yaşamın önünde yine necis olmak gibi kültürel ve dini engeller varO yüzden şehirlerdeki köpekler en çok göçlerle yeni gelenlere tuhaf ve korkutucu geldi. Köpekler dışlandıkça aç kaldı, nüfusları çoğaldı, karşılıklı düşmanca hisler arttı.
Bu arada modernleşmeyle evde köpek beslemek diye bir adet yaygınlaştı. Ama köpekler ev sahibini ısırmak ya da bakımının zahmetli olması gibi sebeplerle kendileri kapının dışında buldular. Bu Avrupai geçici heves de sokaklardaki köpek sayısını artırdı.
Ama bütün bunları köpekler değil, insanlar yaptı.
Evet, Avrupa’daki şehirlerde sokaklarda kediler ve köpekler yok. Ama zaten yüzlerce yıldır pek yoktu. Çünkü bu onların değil bizim kültürümüz.
Ama onların şehirlerinde sokaklarda hayvan olmadığı, çok güvenli oldukları da ayrı bir propaganda.
Kültürel olarak köpeklerle yüzlerce yıllık birlikte yaşama tecrübemiz de sonra sayıları artınca onlardan sıkılmamız da onlara az ötemizde ama yanı başımızda izbe yaşam alanları bırakmayıp her yere siteler, apartmanlar yapmamız da, televizyon filmlerinden heves edip eve alıp sonra sokaklara bırakmamız da hepsi bizim suçumuz.
Şimdi bunların hepsinin faturasını topyekün bütün köpeklere ve hayvanseverlere yıkmak büyük bir haksızlık.
Çözüm olarak Devlet Bahçeli’nin bile anlayamadığı uyutmanın konuşulması da…
Tabii ki saldırgan köpekler için böyle çözümler de olabilir. Köpeklerin de karakterleri, huyları var. Suçlu, kriminal köpekler var.
Ama yüzyıllardır kıtmirlerle birlikte yaşamış bir kültürde bütün köpekleri sokaklardan toplayıp uyutmak gibi toplu katliamın bir çözüm olarak savunulmasına, bu modern türcü temizliğe en fazla bu kültürün muhafazakârlarının karşı çıkması gerekir.
Yüzlerce yıllık bir kültürü bir yasayla ortadan kaldıramazsınız.
Kıtmir 300 yıl uyumuştu.
Hikayenin gerisi malum….
Üstelik; faydası olur mu bilmem ama “Ve Allah, yeryüzünü tüm yaratılmışlar için bir yaşam alanı kıldı” …. “Yeryüzünde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, hepsi sizin gibi birer ümmet olmasın” … Allah’ın kutsal kitaptaki sözleri bunlar…
Bu iktidar, büyük hayal kırıklıkları yaşattı. Yetmedi hayat kırıklıkları da yaşatıyor… Hiç olmazsa, sokaktaki canları bu hayat kırıklığına dâhil etmesinler… Laneti büyük, kendi lanetlerini Atatürk’ün kurduğu ülkeye, hayvan katliamıyla mühürlemesinler…
Hayal kırıklığı tamir edilebiliyor ama hayat kırıklığı geçmiyor işte… Sokak hayvanlarını öldürmek, toplumsal ahlaka ve merhamet anlayışına sığmıyor. Sokak hayvanlarını sevmeye de bilirsiniz ama ahlak ve merhamet herkese şart…
NOT: Her şeye rağmen güzel şeyler de oluyor. Gemlik Belediye Başkanı Şükrü Deviren, belediyeye hediye gelen çiçekleri açık artırmayla satarak, sokaktaki canlara mama alacak. Yeter mi, yetmez tabii ki. Ancak, ölüm taslağının tartışılıp, hazırlandığı bu günlerde bu davranış bile içimizi ısıtan bir başkaldırı gibi geliyor… Tüm yerel yönetimleri sokaktaki canlara sahip çıkmaya davet ediyorum…
Sorunu yaratan param var her şeyi yaparım zihniyetidir. Sibirya kurdunu alıp sokağa atan zihniyet bugünkü problemi yarattı. Türkiye kaçak hayvan cenneti oldu.
Evet Gemlik’in Yaşar Kemal’i :”Köpekler şehirlere inmedi. Biz onların yaşadığı yerlere şehirler kurduk.”şeklindeki insani ve sosyolojik gerçekliği ifade eden yaklaşımınızı kutluyorum. Ayrıca bilgilendirici ve vicdanları harekete geçiren yazınızın bütün bölümlerinie katılıyor sizi yazınızdan dolayı kutluyorum. Sevgilerimle.
NİYAZİ KAV
Kendimi bildim bileli evimizde köpeğimiz,kedimiz eksik olmadı.Sokaklar onlarla güzel.3 yıl Almanya’da yaşadım,kedi köpeğe hasret kaldım.
Çoğu Alman’ın evinde kedi ve köpek var hatta bir Alman komşum evinde teke besliyordu.
Almanların çocuğuna,kedisine,köpeğine izin almadan dokunamazsınız.
Evimde Pitbull ile 22 yıl yaşadım.Bu cinsler ülkemde vahşi olarak tanıtıldı çünkü bu canlara içindeki sevgisizliği,vahşeti naklederseniz saldırgan olurlar.Pit denizde çocukların sırtına binerek yüzdükleri,hasta kedimizi vet.hekim iyileşmez dediği kediyi masaj ve yalayarak iyileştirdi birlikte yıllarca yaşadılar.Uyuyyan köpege taş atanı,tekmeleyeni gördüm ve o köpek kendine zulüm edeni kokusundan tanır yeniden canını acıtacağı endişesi ile savunmaya geçer sonra adı “Köpek saldırdı”olur.
Sokaklarda çesmelerimiz vardı ve kapı önlerine bir kap su koyun demeye gerek olmazdı.
Uyutulma adında bu canların zehir enjekte edilerek öldürülmesini kesinlikle istemiyorum.
Evet Şükrü Deviren Başkanımız hediye edilen çiçekleri canlar için satışa çıkarttı.
HEPAD muhteşem alan yarattı orada hercan çok mutlu,tek başına girişti gönüllüler destekledi,destekliyor.
Gemlik’de de doğal alana toplayalım,kısırlaştıralım, sağlıklı,mutlu yaşasınlar.Bu alanda çalışacak kişiler hayvanları sevenler olsun,sürgün yeri olmasın çalışanlar için.
Biz gönüllüler gider temizliğini,beslenmelerini yaparız.
Karamürsel hayvan rehabilitasyon merkezini gidip görsünler.Tertemiz,ameliyathane,yoğun bakım ünitesi dahi var.
Bu canların geçerken başını okşayın ve gözlerindeki mutluluğu görün.