CEMAL KIRGIZ YAZDI; “ANTALYA’DA GEÇEN 39 SAAT…”

CEMAL KIRGIZ YAZDI; “ANTALYA’DA GEÇEN 39 SAAT…”

Nitelik ve Nicelik açısından Dünya’da gelmiş geçmiş en üretken yazarların başında gelen rahmetli Çetin Altan’ın en sevdiğim denemelerinden olan “Bir Tılsımı Vardır Hayatın” başlıklı yazısının can alıcı bölümü bir kez daha geliyor aklıma.

“… Cenaze törenlerinde bir ütü geçer bu tılsımın üstünden… Bir sarı, çenesi bağlı, ince vücut uzanır, tabutun içine… Ve o dostun değil, yaşarken gördüğün kendi ölündür… Biraz da kendi ölünün peşinden gidersin tanıdık cenazelerinde… Ve çekersin içini : “Hayat” dersin… “Sıra yavaş yavaş hepimize gelecek” dersin… “Daha geçen hafta bizdeydi” dersin…

Hele tabut inerken mezara… Ne zor gelir oraya inmesi… Ne de zor gelir oraya inmesi! … Hele son kürek topraklar atılırken…

Bir ütü geçer tılsımın üzerinden….

Dünürüm Fatma Biçenay’ı kaybettik… Cenaze töreni için Antalya’dayız.

Doğum ve ölüm… Yaşam ve sonrası…

Rahmetli babam polisti… 28 Haziran 1970’de dünyaya geldiğim Antalya’yı  ilkokulu ve orta okul birinci sınıfı bitirdikten sonra, 12 Temmuz 1982 de maalesef bir daha gelememek üzere geride bırakmıştık. 42 yıl 11 ay sonra cenaze töreni için gideceğimi kader tanrıçasından başka kimse bilemezdi…

Sevgili eşim Güler ile doğduğum topraklara adım atıyoruz. Ben Antalya’yı geride bıraktığımda Döşemealtı diye bir yer bile yoktu. Şimdi kocaman bir ilçe olmuş. Döşemealtı Kepez arasındaki terminalden bizi damadım Metin Biçenay alıyor. Eski terminal Şarampol Caddesindeydi. Yeni terminal daha modern ve çevresi de bu moderniteye uyum sağlamış durumda. Antalya değişmiş, Antalya büyümüş, Antalya bambaşka bir yer olmuş.

Lara’da öyle. Taziye evine gidiyoruz. Damadımın Ablası Sibel, Eniştesi Gökhan ve akrabaları bizi karşılıyorlar. 5 yıl oldu, birçoğunuza garip gelebilir ama dünürlerim ne merhume Fatma Biçeney ile tanışma fırsatımız olmuştu, ne de Ali Rıza Biçenay ile… Bir dizi olay nedeniyle gerçekleşmeyen bu tanışmanın yine bir cenaze töreninde olacağını da düşünemezdim… Oysa okuduğum tüm kitaplarda, seyrettiğim tüm fimlerde, gördüğüm tüm mutlu ailelerde ve benim hayallerimde de aile buluşmaları hep neşeli yemek masalarında, hep güzel anıların paylaşıldığı şen şakrak ortamlarda yaşanıyordu…

Taziye evi kalabalık. Hayat işte, daha üç saat önce merhumeyi defneden insanlar, ilk defa tanıştıkları Ceyna’nın babasını gördükleri için tebessüm edip, hal hatır soruyorlar… Türkçe’nin engin içeriğine sığınıyorum… Bir İngiliz ya da Amerikalı olsam, “I am Sorry “ (Üzgünüm) der geçersin… Türkçe daha zengin bir dil… “Allah Rahmet Eylesin”, “Başınız Sağ olsun”, “Mekanı Cennet Olsun”, “Üzgünü-m-z”, “Allah yerinde dinlendirsin” , “Allah taksiratını af etsin”… Bir biri ardına sıralanan hüzünlü sözler, gidene veda temennisi, kalanlara sabırla birlikte teselli sözleri…

Kuran-ı Kerim okuyan okuyor, üzerine Fatihalar… Balkona çıkıyoruz. Antalya Havaalanı Lara’da…  Uçaklar gürültüyle bir biri ardına geçiyorlar. O kadar yakınlar ki, uçakların markalarını, üzerindeki rakamları bile okuyabiliyoruz. Her gün yakından geçen uçak görmeyen bizlere ilk etapta garip geldiği için, her geçen uçakta kafamızı kaldırıp bakma zorunluluğu hissediyoruz. Dünürüm Ali Rıza Bey, abla Sibel, Enişte Gökhan, Damadım Metin, kızım Ceyna ve çocuklar bu duruma çoktan alışmışlar. Bir süre sonra biz de alışmaya başlıyoruz. Ne de olsa ‘İstikbal Göklerdedir’ …

Hayat devam ediyor… Merhume Fatma Biçenay hakkında anılar sırayla anlatılıyor. Tanışma anının böyle bir günde olmasını istemezdim tabii ki… Anılar ve dualar ilk gecenin hüznünü pekiştiriyor. Çocukluğumun Lara’sını düşünüyorum. Sazlıklarla çevrelenmiş uçsuz bucaksız sahil bölgesi, denize vuran hırçın dalgalar. Sahilin karşısını kaplayan iki üç katlı kerpiç ya da ahşap kaplama evler. Apartman denilen yapılar çok azdı o zamanlar. Şimdilerde sanki  garip ve çarpık yapılaşma, turistik tesislerle dengelenmeye çalışılmış hissi uyandırıyor. Taziye evi dört katlı apartmanlardan oluşan site bölgesinde. Ama balkondan bakınca, yanlarında 12 katlı 15 katlı başka apartmanlar yükseliyor. Beş altı katlı başka binaların yanında ise sekiz on katlı AVM’ler, yine 12 katlı 15 katlı lüks oteller yükseliyor. Sazlıklarla kaplı dere üzerine yapılmaş arıtma tesisinde ise koku sorunu çözülmemiş. Rezil lağım kokuları bölgeyi dolduruyor. Ancak yerli yabancı turistlerin çarpık yapılaşmadan, lağım kokusundan pek etkilendiği yok gibi. Orada oturanlar ise bu durumun farkındalar. İmar sorunlarından, her gelen yönetimin rant politikalarından, çarpık yapılaşmanın, belediyelerle mahkemelik olan binaların durumlarından bahsediyorlar. Gemlik Cumhuriyet Mahallesi, Manastır Mevkii ile Ova bölgesi gibi . Dört katlı yapılarla, gökdelen gibi binalar iç içe uyumsuz dans gösteriminde gibiler. Büyümeyi, genişlemeyi, çok katlı yapılaşma zanneden, rantı, gelişmişlik göstergesini  betonda, demirde, çelikte arayan zihniyetin ürünü şehirler… Bursa’nın Doğanbey Konutları mesela… Estetik, sanat, görsellik henüz şehircilik anlayışımıza girmedi… Türkiye’nin en turistik bölgesi Antalya’da bundan fazlasıyla nasibini almış işte…

Antalya doğumlu olduğum, orada yaşadığım öğrenilince çocukluğumun Antalya’sı gündeme geliyor… Nerelerde oturduğumuz, nerelerde okuduğum konuşuluyor. Damadım Metin’e Antalya Lisesi’nin oraya götürüp götüremeyeceğimi soruyorum. Veraset işlemleri, telefon şirketi, noter, vergi dairesi işlemleri için gidecekleri güzergah üzerinde olduğunu söylüyor…

Ertesi gün Lara Caddelerinde kızım Ceyna ve damadım Metin dünürüm Merhume Fatma Biçeney’ın veraset işlemleri için bankalara, notere, devlet dairelerine girip çıkarken, biz de Güler ile dolaşıyoruz. Çocukluğumun, ergenliğimin Lara’sından kalan tek hatıra yok. Yine de alışveriş için ideal AVM’ler dükkanlar, kafeler bol. Canımız sıkılmıyor.

Öğleden sonra Antalya Lisesi’ne yakın bir yere arabayı pak ediyoruz. Antalya Lisesi Müze olmuş. Yenisini arka bahçesine yapmışlar. Hemen yanındaki sokaktan 1974 Haziran’ından  1979 yılı Ocak ayına kadar yaşadığımız Haşim İşcan Mahallesine sapıyoruz. Şaşırtıcı derecede tanıdık, şaşırtıcı derecede De Ja Vu yaşıyorum.  Mahalle bıraktığımız gibi. Tüm evler yerli yerinde. Ne kentsel dönüşüm, ne başka bir şey. Yol üzerinde Muşmula ve Cennet Hurması ağaçlarıyla dolu eski ev, Emekli General’in oturduğu üç katlı, otoparklı eski taştan bina, köşedeki Almancı Nur Teyzelerin evi ve portakal, mandalina ağaçlı bahçesi, çocukluk arkadaşım Ömerler’in tek katlı yine bol ağaçlı evleri, öbür caddeye bakan köşedeki ‘Cici Anne’ dediğim Havva Teyzelerin evi. Bir tek, her Cuma günü çocuklara bisküit dağıtan şimdi ismini hatırlayamadığım yaşlı bir dedenin evi yıkılmış ama yerine başka bir ev yapmamışlar…

Ve mahallem. Çocukluğumun Futbol Geçidi Mahallesi… Karaoğlan Parkı ve Park girişindeki Atatürk Stadyumu evimize çok yakındı. Taraftarlar maç günü en çok bu sokağı kullanarak stadyuma giderlerdi…. Ve; 7 Numaralı ev. Restore edilmiş yerli yerinde duruyor. Klima bile takılmış. Şimdi sokağın ismi Haşim İşcan Mahallesi 1299 sokak olmuş. Hem bizim oturduğumuz eski ahşap ev, hem yanında Münevver Teyze ve Güngör Amcaların oturduğu tarihi ahşap ev restore edilmiş halde dimdik duruyor.

Bisikletiyle yanımızdan geçen bir mahalle sakini, fotoğraf çekildiğimi görünce ilgiyle bana bakıyor. İki ev sonrasında bisikletinden indiğini görünce ona soruyorum, “Kaç yıldır bu mahallede oturuyorsunuz?”

“30 yıldır” diyor… Çocukluğumun bu evde, bu mahallede geçtiğini anlatıyorum. Evin birkaç kez el değiştirdiğini söylüyor.

Güler, meşhur kağıttan uçak anımı ve evi nasıl az daha kül edeceğim yangını soruyor.

“Üstteki bu camdaydım” diyorum… Sonra, anılarımın tüm berraklığıyla 1976 yılı Eylül ayına gidiyorum. “Günlerden Pazar’dı. Annem babam ve biz de kalan Anneannem uyurken, erkenden kalkmış, can sıkıntısını gidermek için babamın öğrettiği kağıttan uçak yapımına girişmiştim. Tek farkla ama. Babam uçaklara kuyruk yapmayı öğretmemişti. Ben yine gazete kağıdından bir de onlara kuyruk yapıyordum. Bir de o uçakların kuyruğunu yakıp, yanarak uçuşunu izlemeyi seviyordum. Birinci ve ikinci uçaklarım kuyruğunu da kibritle yaktıktan sonra, süzüle süzüle sokağa inerken, üçüncü uçak rüzgarında etkisiyle yön değiştirip, kuyruğu yanar biçimde işte bu camdan gerisin geriye odaya iniş yaptı. Önce perdeler, sonra ahşap kaplama, yün dolgulu sedir tutuştu. Ev de çıkan yangını kısa sürede önce annem ve babam ardından da önlem için gelen itfaiye söndürdü. Ve ben o günü ucuz yırttım. Artık uçak yapmıyorum, uçak yapmadığım gibi dün akşama kadar da giden uçaklara da bakmıyorum”…

“Neden uçak mühendisi olmadığım” böyle anlaşıldı!

Çocukluğumun sokağını ve evini hiç değişmemiş görmek beni mutlu ediyor. Bu mahalleyi, sokağı koruyan mülk sahipleri başta olmak üzere, Antalya Büyükşehir Belediyesi, Muratpaşa Belediyesi yetkililerini kutluyorum…

Yeniden eski Antalya Lisesi’nin önüne geliyoruz. Tam karşı da çocukluğumun tarihi üç kapıları var. Şimdi Hadrian kapısı ismini vermişler. Milattan Sonra 130 yılında Roma İmparatoru Hadrianus’un Antalya’yı ziyareti onuruna, kenti çevreleyen Sur üzerinde inşa edilmiş, anıtsal zafer takı. Her iki cephesinde dörder mermer sütunun bulunduğu üç kemerli kapı. Yanlarındaki kuleleriyle, günümüze kadar kalmış sur ile dikkat çekici bir tarihi eser… Asyalı turistler göze çarpıyor. Onlar kale içlerine doğru ilerlerken Güler ile önce öz çekim yapıyoruz, sonra o benim fotoğraflarımı çekiyor.

Çocukken bu cadde üzerinde 10 Nisan Polis Bayramlarında geçit yapan polisleri, Altın Portakal Festivaline gelen ünlülerin geçit törenini izlerdik. Karataş Camii aynen duruyor. Karaoğlan Parkına kadar cadde üzerindeki tüm apartmanlarda öyle. Kimisine modern giydirme yapılsa da, her biri 1940, 1950, 1960 ve 1970’lerden kalma apartmanlar. Karaoğlan Parkı’na doğru yürüyoruz. Caddeye bakıyorum, kaldırımlar genişletilmiş, yol ortasından geçen kanalın üzeri kapatılmış, tranvay konulmuş, parklara estetik getirilmiş ve bol ağaçlı, yeşilli çay bahçeleri oluşturulmuş ama genelde aynı. Bir tek çocukluğumun yabancı filmler oynatan Kültür Sineması yıkılmış. Yerinde yine bahçeli kafe var. İlkokul birinci ve ikinci sınıfı okuduğum İlhami Tankut okulu da yıkılmış, aynı isimle hemen hemen aynı bölgede yeni okul yapılmış. Ama okulun girişindeki Türk filmleri oynatan Saray Sineması da çoktan yok olmuş.

Karaoğlan Parkının girişindeki meşhur Atatürk Stadyumunun yıkıldığını ise yıllar önce gazetelerden okuyup, televizyonlardan izlmemiştim. Çocukluğumda babamın götürdüğü, genelde sanatçıların takıldığı kahvehaneyi arıyor gözüm. Biri kafe, biri bujiteri, biri kitapçı olmuş üç dakkana bakıyorum. Hangisi sanatçı kahvehanesiydi bilemiyorum. “Kan ve Gül”,  “Gülizar” şarkılarıyla 70’leri sallayan İskender Doğan geliyor aklıma.Çok severnek dinlediğim için babam plaklarını almıştı bana.  Altın Portakal için Antalya’ya gelmiş ve bu sanatçı kahvesinde gazete okuyup, bulmaca çözüyordu. Ben şaşkınlıkla bakarken, biten dolma kalemi yerine daha o yaşta gömlek cebimde taşıdığım tükenmez kalemi istemişti. Babamla birlikte benden aldığı tükenmez kalem kalsın ısrarı gelince, biten dolma kalemini bana hediye etmişti. Sanatçıların dolma kalem kullandığı havalı yallar ve gazeteci olacak 8 yaşındaki çocğun gömlek cebindeki tükenmez kalemi… Anılar anılar işte.

Çocukluğumun mahallesi ve sokağı yerli yerinde olunca anılar peş peşe hücüm ediyor zihnime… Çetin Altan’dan girmiştim yazıya. Oğlu Yazar  Ahmet Altan’ın babası Çetin Altan’ı anlattığı bir röportajını okumuştum. Çetin Altan, çocukları Mehmet ve Ahmet Altan’ın alıp bir yere gezdirmeye götürdüğünde, asla o gezi tamamlanmazmış. Çetin Altan o kadar çok seviliyormuş ki, yoldan geçen insanlar, esnaflar, dükkanlardan fırlayanlar yolunu çevirince, gidecekleri, söz verilen yerler asla gidilip, görülmüyormuş. 1970’lerin Antalya’sında da babamla ben de öyleydim. En sonunda babam beni sinemalardan birisine bırakır, harçlığımı verir, akşam da o dönemki arkadaşlarıyla en son nerede takılmaya başladıysa, beni de orada ağırlardı. Zaten sinemaları, müzeleri, filmleri çok sevmem, kalemlerle haşır neşir olmam da o yıllarda başlamıştı.

Gazeteci olmaya da Antalya’da karar verdim ben. Babam, devriye gezdiği bazı gecelerde beni de arabaya alırdı. Vukuatsız tek gece hatırlamam. Hırsızlık, karısını, kocasını öldüren katiller, intiharlar, bar, meyhane kavgaları. Ben arabada beklerdim, polisler, savcılar işlerini yapardı. Arabadan izlerken, babamın mesleği, savcılar, katipler ilgimi çekmezdi. Ama bol cepli kolsuz yelekli, fotoğraf makineli, kendine has giyimleri olan gazetecilerin koşturmaları, çekingen gibi görünüp, olayın ortasına dalmaları, polislerden savcılardan bilgi alma telaşları beni daha çok eğlendirirdi. Sanırım ilkokul 4 sonu ya da ilkokul 5 gibi kesin kararımı venrmiştim. Gazeteci olacaktım.

Oysa Altın Portakal Festivali dedim ya, babam kulis koruma görevlisiyken, ne çok sanatçıyı yakından görmüştüm. Cüneyt Arkın, Tarık Akan, Gülşen Bubikoğlu, Filiz Akın, Türkan Şoray, Fatma Girik, Ediz Hun, Fikret Hakan, Kartal Tibet, Edip Akbayram, Tecavüzcü Coşkun, Adile Naşit, Münir Özkul, Kadir İnanır, Bülent Ersoy, Ayşen Gruda, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Zeki Müren, Kadir Savun, Halit Akçatepe, İzzet Günay, Serdar Gökhan, Göksel Arsoy ve daha birçoğu…

Hangisiydi sanatçılar kahvehanesi, bir türlü çıkaramıyorum. Yine de bujiteri dükkanına, kitapçı dükkanına girip alış veriş yapıyoruz.

Kızım Ceyna, “Dövüş Kulübü” yazarı Jack Palahniuk’un, “Tıkanma” isimli kitabını hediye ediyor bana. Yeraltı edebiyatını severim. Yazarın; “Dövüş Kulübü”, “Ölüm Pornosu”, “Gösteri Peygamberi”, “Görünmez Canavarlar” isimli kitaplarını severek okumuştum. Yeraltı edebiyatını, Jack Palahniuk’u Kızıma da sevdirdim. Bol ağaçlı bir kafe de çay, kahve içiyoruz. Bol bol eski mahallemin, Karaoğlan Parkı’nın, Hadrian Kapısı Bölgesinin, Antalya Lisesi’nin kokusunu ve Antalya’nın havasını içime çekiyorum.

1979 Ocak ayından, 1982 Temmuz ayına kadar yaşadığımız eski TRT Caddesinden da geçiyoruz. Soğuksu Bölgesi, Cadde ve çevresi çok değişmiş. Trafik nedeniyle Beylerbeyi Apartmanının ve Namık Kemal İlkokulu’nun olduğu bölgeye giremiyoruz ama caddelerin ve ara sokakların çocukluğumdaki gibi kalması beni şaşırtıyor. Geniş zamanda, buradaki anılarımı da tazelemek adına yeniden gelmeyi not alarak oradan da ayrılıyoruz.

Cenaze töreni için geldiğimiz Antalya’da belki Akdeniz’de yüzemedik ama Anılar Okyanusunda bol bol kulaç atma imkanı bulduk…

Gelirken Burdur yolundan, Bursa’ya dönerken Isparta yolundan döndük. Kargı Gölü, Isparta Molasında, Gül Lokumları, Gül Kokulu Hediyeler güzeldi. Ama, doğum yeri Antalya’yı görünce birbiri ardına geçtiğimiz kasabalar, köyler, beldeler, şehirler çok da ilgimi çekmedi. Birtek Keçiborlu rantı henüz keşfetmemiş dedirten bir ilçe olarak aklımda kaldı. Şehir dışında bir yerlerde apartmanlar vardı ama, ilçenin geneli hep bahçeli, ağaçlı, iki üç katlı ahşaptan, kerpiçten, tuğladan evlerden oluşuyordu. Yeşilini korumuş, canavara dönüşmemiş modern yapılaşmanın girmediği bir kasaba olarak dikkatimi çekti Keçiborlu…

Bursa’yı da seviyorum. Gemlik gözümde eski cazibesini zaman zaman yitirse de, yerini dolduran Bursa’yı da özlediğimi duyumsuyorum. On Medya’da yaptığım bazı programlarda, Bursa’nın turizmden hak ettiği payı alamadığından yakınılıyor. Çok da haklılar. Bursa, en az Antalya kadar güzel ve tarihi bir şehir. Korkum şu; Antalya gibi turizm çekeceğiz diye, Lara gibi kötü bir planlama yapılması. Belki kanıksandığı için Antalya’da yerli ve yabancı turistler kötü şehir plancılığını umursamıyor olabilirler ama Bursa en başından işi sıkı tutsa iyi olur diye düşünüyorum…

Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey döneminde atılacak, şehir plancılığı temelleri, gelecek nesillerin de gideceği yolu belirleyecektir… TMMOB’un, Akademisyenlerin de buna hazır olduklarını biliyorum. Bursalı sanatçı, yazar, şair ve gazetecilerin de… Ne bileyim, en azından dört katlı sitelerin yanında, 12 katlı apartmanlar, sekiz katlı AVM’ler, 15 katlı, 20 katlı oteller çok da güzel durmuyor…

Şehirleşme söz konusu olsa bile, estetik, sanat önemli diye düşünenlerdenim…

Rahmetli Çetin Altan’ın “Bir Tılsımı Olmalı Hayatın” isimli yazısından devam edelim…

Böyle bir tılsımı vardır hayatın…Bu tılsımla çekilir tetiği mavzerlerin. Bu tılsımla çıkılır dağlara. Bu tılsımla haydi yürüyelim artık dersin, on binlere…

Bunları tatmamışsan, ayda hiç değilse üç defa dünyanın anasını bir pula satmamışsan, kızıp vurmuyorsan yumruğunu masaya ve bir zindan parmaklıklarına. Dokunmuyorsa ellerinin gölgesi ve bir de sevdiğin kadının çıplak omuzlarına… Ulan o zaman niçin geldin hayata.

Ay başını düşünüp bayramda tebrik yazmak için mi? Yoksa benim gibi akşamın karanlığında bir koltuğa oturup bu tılsımların yandığı ışıklara bakarak kendi kendine ağlar gibi gülümsemek için mi?

Dünürüm Fatma Biçenay’a bir kez daha Allah’tan rahmet diliyorum… Anlatılanlardan yola çıkarak, Nev-i Şahsına Münhasır, özel bir kişilik olduğunu anlıyorum… Zaten rol yapmaya gerek yok. Bu hayatı kendi gibi yaşamış, kendi gibi de vefat etmiş… Neyse o olmuş, ne bir fazlası, ne de eksiği… Her ölüm, erken ölüm olsa da, o kendisi gibi yaşamış… Sevdiğini çok sevmiş, nefret ettiğinden sakınmamış. Cesaretle, onurla, gururla inandıkları uğruna savaşmış…   Vefatında da, öncesinden, sonrasından, hayatına dahil olan tüm akrabalarını bir araya toplamayı başarmış… Mekanı Cennet Olsun… Kalanlara da sabırlar diliyorum…

Hüzünle başlayıp, de ja vu hissiyle süren, anıları peşinden sürükleyen 39 saatlik Antalya gezisinden arda kalanlar bunlar…

Birer Fatiha’da siz okuyucularımızdan beklerim…

Amin…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sosyal Medyada Paylaşın:

BİRDE BUNLARA BAKIN

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • ÇOK OKUNAN
  • YENİ
  • YORUM