Abidin Uyar Yazdı; “Magna Carta (“Büyük Sözleşme”)”
İnsan eline geçen her şey bozulmaya yozlaşmaya tabidir.
Yasa böyle işliyor…
Din ve hukuk daima insan elinde yozlaşır, bambaşka şekil alır .
Güç, iktidarlar elinde daima tehlikeli şehvete dönüşme potansiyelini taşıdığı için insanlık buna çare aradı .
Bu yüzden beni kim yönetecek sorusu çok saçma bir soruydu .
Beni hangi sistemle yöneteceksin diyordu.
İnsanlığın en zor sınavı yöneten(kral, padişah, halife ,sultan, bey vs ) ile yönetilen(halk) arasındaki ast üst ilişkisinde yönetenin gücü, kudreti nasıl sınırlandırılacağı sorunu olmuştur .
Sorun burada başlıyor.
Ve İnsanlığın bütün çabası yönetenin gücünü kudretini nasıl sınırlandırabilirim çabasıdır.
Bu insanın doğasında vardı.
Güç insanı bozar. Mevki ve makam kitapta durduğu gibi durmaz…
Lord Acton “güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar” demesi bundandır .
Gücü eline geçiren en basit bürokratın dahi halka kötü davranması olağandır.
Bir de kralı, padişahı, sultanı düşünün
İNSANLIK TARİHİNİN KIRILMA NOKTASI
Magna Carta (Latince: “Büyük Sözleşme”) veya Magna Carta Libertatum (Latince: “Büyük Özgürlükler Sözleşmesi”), 1215 yılında imzalanmış bir İngiliz belgesidir.
Kralın bazı yetkilerinden feragat etmesini, kanunlara uygun davranmasını ve hukukun kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesini zorunlu kılmıştır.
Bu süreç birden bire oluşmamıştır hiç şüphesiz .
Yani kral bir günde düşünüp taşınıp yetkilerinin kısıtlanmasını istememiştir .
Bir takım gelişmeler sonucu bu olmuştur .
Fakat sonuçta bir devrimdi…
Vatandaşların özgürlüklerini belirlemekten çok, toplum güçleri arasında bir denge kuran Magna Carta, kralın sonsuz olan yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlamıştır.
Magna Carta’nın 39. maddesi; “ Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak veya hapsedilmeyecek veya mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak veya kanun dışı ilan edilmeyecek veya sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.” demektedir. Böylece, vatandaşların hakları ve özgürlükleri açısından çok önemli kurallar getirmiş olup, hukukun üstünlüğü ilkesinin birçok ülkede yerleşmesine neden olmuştur.
Okuyucu için çok basit bir olay gibi gelebilir…
Hayır hiç öyle değildir .
Bu gün bence ülkemin en büyük sorunu bu büyük problemdir.
Anayasacılık kavramı 1700’lerin sonlarında ortaya çıkmıştır. Yeryüzünün ilk Anayasası, 1787 Amerika Birleşik Devletleri Anayasasıdır. İkinci Anayasa 1791 Fransız Anayasasıdır.
Peki bu tarihten önce devletlerin temel kuruluşlarına ilişkin yazılı hukuk kuralları yok muydu?
Vardı elbette. Fakat bunların hiç biri anayasa olarak kabul edilmemektedir? Çünkü, bunlar, normlar hiyerarşisinde kanunların üstünde yer almıyordu. Kanunların üstünde yer alan kanunlar yapma düşüncesi insanlık tarihinde 1700’lerin sonlarında gerçekleşmiştir.
İyide İnsanlık neden buna ihtiyaç duymuştur .
Çünkü devlet ve iktidarların gücü muhakkak sınırlandırılmak zorundaydı .
Toplum ,halk, birey devlet ve iktidarlar karşısında daima korunaksızdır .Vatandaşların temel hak ve hürriyetlerinin devlet karşısında güvence altına alınması zorunlu dur.
Özetle anayasalar bireyi devlet ve iktidarların olası ceberut eylemlerinden koruyan en üst kanun metnidir .
Şimdi bir başka soru daha gündeme gelmekte .
Anayasası olan devlet mi, yoksa anayasal devlet mi çağdaş ilerici halkına mutluk verebilir? Yani salt metin olarak anayasası olan bir devlet mi, yoksa devleti ve iktidarları sımsıkı anayasa ipi ile bağlayan anayasal devlet mi çağdaş modern bir devlettir?
Mesela Türkiye anayasası olan bir devlet midir? Yoksa anayasal bir devlet midir ?
Vahap Coşkunun 2022 yılında perspektifte yayımlanmış bir yazısı vardı .
Zaman zaman benimde atıfta bulunduğum Frédéric Bastiat,dan bahseder …
O yazıdan alıntıladığım belli yerleri çok önemli bulduğum için buraya alıyorum .
19’uncu yüzyılın önde gelen Fransız iktisatçı ve politikacılarından biridir.
Bireyi en temel varlık kabul eder…
Hukuk* adlı risâlesinde de hukuk nedir, ne olmalıdır, sınırları nereye kadardır, kanun koyucunun gücü nerede durmalıdır gibi sorulara yanıt vermeye çalışırken…
Bastiat; hayat, özgürlük ve mülkiyeti, insanların doğuştan sahip olduğu haklar olarak betimler. İnsanlar, bu hakları devlete veya yasalara borçlu değillerdir, aksine insanı bir devlet yapılanmasına ve yasaları yapmaya sevk eden bu haklardır. Yani insan ve hakları “ilk” olandır, devlet ve hukuk “sonra” gelir.
Hukuk, bu bağlamda, “bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonu” olarak tanımlanır. Kastedilen şudur: Bireylerin, gerektiğinde güç kullanma yetkisini de içeren ve varlığını, özgürlüğünü ve mülkiyetini korumasını sağlayan tanrısal kaynaklı bir hakkı vardır. Her bir bireyin bu hakkı olduğuna göre, bireylerin haklarını sürekli olarak korumak için ortak bir güç oluşturmak ve bu gücü desteklemek haklarının da olduğunu kabul etmek gerekir. Hukuku “kolektif bir hak” olarak yaratan, hak sahibi bireylerin bir araya gelmesidir. Dolayısıyla hukukun varlık ve meşruiyet nedeni de, bireysel haklara dayanmış olmasıdır.
“Hukuk, doğal bir meşru müdafaa hakkının organizasyonudur. O, ortak bir gücü, bireysel güçlerin yerine geçirme organizasyonudur. Söz konusu ortak gücün amacı, sadece bireysel güçlerin doğal ve meşru olarak yapmaya hakkı olan şeyleri yapmakla sınırlanmıştır: Kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumak ve adaletin hepimize hükmetmesini sağlamak.” (s. 2-3)
HUKUKUN YOZLAŞMASI
Bastiat’şu tespitte bulunur.
Ancak ne yazık ki hukuk, tarih boyunca, kendi özel işlevini yerine getireceği alanın dışına taşırılır ve kendisini var eden gayeleri ortadan kaldırmanın aracına dönüşür. Hukuk, haklara saygılı olması gerekirken onları sınırlandırır ve adaleti egemen kılması gerekirken de onu tahrip eder.
Peki, hukuku çıktığı yoldan tam tersi bir istikamete savuran nedir? Hukuk, neden bozulur? Bastiat buna iki sebep gösterir:
Hukuku tümüyle yozlaştıran sebeplerden ilki, “ahmakça bir açgözlülüktür.” Ona göre, insanların yaşamak için ihtiyaçlarını karşılaması, ihtiyaçlarını karşılaması için de çalışmaları gerekir. İnsan çalışırken, yeteneklerini doğal kaynaklara uygular ve mülkiyet de bundan kaynaklanır. Olması gereken budur; fakat insanların çalışmadan, başkalarının emeklerinin ürününü ele geçirerek yaşamaları da mümkündür ki, yağma ve soygunun temelinde de bu yatar.
Bastiat, insanlarda başkalarının aleyhine yaşama ve zenginleşme eğilimin oldukça güçlü olduğunu söyler. İnsanlığın yağmacılık ve soygunculukla itham edilmesi ıstırap verici olabilir, fakat tarihi kayıtlar insanların böyle davrandıklarının türlü örnekleriyle doludur. Ne din ne de ahlak bu eğilimi durdurmaya yetebilmiştir.
Hukuktan her aşamada mülkiyeti koruması ve yağmayı cezalandırması beklenir. Lakin hukuk güç ile işler. Gücü elinde bulunduranlar, yani hukuku yapanlar, ihtiyaçlarını asgari çabayla karşılama güdüsüyle hareket ettiklerinde, hukuk evrensel bir bozulma sürecine girer. Adaleti tesis edeceğine adaletsizliğin silahı olur; halkın bir kısmını köleliğe mahkûm eder, özgürlüğü zulümle, mülkiyeti de yağmayla yok eder.
Yazarın Son Yazıları
Bir Yorum Yazın
Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum