Cemal Kırgız Yazdı; “Son Mektup…”

Cemal Kırgız Yazdı; “Son Mektup…”

Ey Sevgilim, Gülüm, Yârim…

Can içinde şah damarsın.

Fermansın bu dünyaya,  neye baksam sen varsın…

Oysa şiirlere sarılmak isterdim sevgili. Bir şiirlere bir de sana. Şarkılarla sarılmak…

Çok özledim çünkü bir seni, bir de şiirleri… Bilirsin beni; şiirlerde ve edebiyatta bulurum kendimi. Sevdiğim yazarların, şairlerin kitaplarını okuyup bitirdiğimde olduğu gibi, sana kitaplardan, şiirlerden satırlar, dizeler okuduğumda da yüzümden çocuksu bir mutluluk yansımaya başlar, sen de komik bulduğum bu hallerime –sırıtışlarıma-  gülerken, etrafına tuhaf ışık huzmeleri saçardın. Bu gerçekti ve sen gökkuşağı şelalesine dönüşen halelerine asla inanmazdın. Oysa bu vardı ve sanki hep şiirle, hep edebiyatla büyüyüp daha da parlıyordu. Sen parladıkça ben daha çok şiir daha çok kitap okuyor ve bazen de, bazen ama ender de olsa yazıyordum.

Ruhunu fazla sıkmak istemiyorum sevgili. Şimdi zaten ne kitaplar var önümde, ne de bir şiir geliyor aklıma. İnanır mısın tam on üç gündür sadece bu şarkı çınlıyor kulaklarımda. Edip usta söylüyor o buğulu sesiyle. Hani Sabahattin Ali’nin ‘ Aldırma Gönül’ünü, ‘, “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmazını’ dinlediğimiz büyük ustanın şarkısı…

Yola düştüm ay batarken.

Derelerde buldum seni.

Ötelerde sanır iken,

Berilerde buldum seni…

Beynimin içinden gitmiyor tınıları. Sence de biraz da şarkıdaki gibi değil mi sevdamız? Ne çok sınanma, ne çok yaşanmışlık hayatım-ız-da ve sonra sen geldin bana. Ya da ben sana. Oysa ruhumun bir parçasıydın ve ötelerde değil, hep içimdeydin sen. Berilerde ya da geç fark etmiyor, buldum ya seni, ötesi yok, hepsi bu… Şimdi hayallerim ve kelimelerimle var ediyorum bizi…

İçinde bulunduğum araç sarsılıp sallanıyor. Ben de öyle. İyi ki düşünüyordum diyorum, yoksa bu sarsıntıda kalem kayacak, kelimeler de birbirine karışacaktı. Ellerim bitişik yazmayı deniyorum bu aralar. Baktım, yazmak söz konusu olunca, sanki bunu yapabiliyorum. Hiç olmazsa, bunu başarabiliyorum sevgili… Sağ elimin parmakları arasında kalemimi sıkı sıkıya tutarken,  kafamı çevirip dışarıya bakıyorum. Bahar gelmiş memleketimin, dağlarına, tarlalarına, zeytinliklerine ve ovalarına. Dar sayılabilecek, yer yer asfaltlı, bazen parke taşlı, geneli toprak bir kasaba ya da köy yolundayız. Yüzlerce, binlerce zeytin ağacı var. Papatyalar istila etmiş zeytinliği. Zeytin ağaçları ve papatyalar. Bir an huzur duymamı sağlıyorlar. Nazım ustanın dediği gibi; “Yaşamak güzel şey be kardeşim”…

Sen geliyorsun yine aklıma. Yine dediğime bakma, zaten hiç çıkmıyorsun ki aklımdan, beynimden, ruhumdan. Meltem mi, poyraz mı bilemediğim bir esinti geçiyor cam kenarından, nazlı nazlı sallanıyor papatyalar. Ne çok severdin papatyaları. “Koparma papatyaları dalında kalsın, beni yaktın bir de papatyalar yanmasın” derdim, gülüşürdük ve sen inadına papatyalardan demetler yapar, sonra el becerinle onlardan taçlar, kolyeler, küpeler üretir, takıp takıştırırdın. Çok yakışırdı sana. Sonra da, dans ederek eklerdin, şair ve yazar olacaksın ama daha sözleri bile bilmiyorsun, koparma papatyaları değil o, koparma gülleri dalında kalsın!” …

Zaten Gül gibisin sevgilim… Diyemezdim, ortamın romantizmi, gülüşünün büyüsü, benim çocukça hallerim bozulmasın diye… “Ferdi Tayfur’da dinlerim bir ara” der, papatyalardan ürettiğin taçlardan birisini kafama geçirirdim. Yine gülerdin sen… Ne güzel gülerdin sen…

Araç yeniden hareket ediyor. Zeytin ağaçlarından, papatyalardan, topraktan tek tük fırlamış gelinciklerden gözümü alamıyorum. İznik’ mi, Gemlik’ mi, Mudanya’ mı burası? Ya da Ege’de bir yerler mi? Anlayacağın yine yollardayım sevgili…

İşte geldi yine. Şiir. Bir tane…

Hepimiz kırk yıl önce doğduk.

Kırk yıl önce sabahleyin.

Kırk yıl önce gün ışırken Bedrettin’in İznik Gölünde…

Hepimiz kırk yaşındayız

Yirmisine basanımız da, altmışını geçenimiz de

Atılıp ölenimiz de İstanbul’da müdüriyet penceresinden…

Zorluyorum kendimi. Şiirin ortası, devamı gelmiyor. Affet beni Nazım Usta! Buna karşın zeytin ağaçlarını, papatyaları, göl kıyısındaki ahşaptan,  iki katlı, meyve ağaçlarıyla bezeli, bahçeli köy evlerini seyrede seyrede yol alırken, “Burası İznik, Gemlik, Mudanya olsun lütfen” diye iç geçiriyorum. Zeytini ben, papatyaları sen severdin çünkü…  Zeytin ağaçlarıyla, papatyalarla, gelinciklerle çevrili bir kentte, kasaba da yaşamak güzel bir şey olmalı, okumak, yazmak gibi, kim bilir orada ölmek bile belki de…

Şarkı ise hiç gitmiyor kafamın içinden. Sanki daha bir anlamlı hal alıyormuşçasına, Edip Akbayram ustanın sesi, müziğin tüm ritimleriyle birlikte sesini de artırıyor içimde.

Ekmeğimi dörde böldüm

Yarılarda buldum seni

Ölülerden haber aldım

Dirilerde buldum seni…

İçinde bulunduğum araba bir kez daha sarsılıp, sallanıyor. Araçtakilerden bazıları, birkaçı, hatta hepsi diyebilirim, okkalı küfürler savuruyorlar. Onlara hak veriyorum, araç ani bir frenle sallanıp, sarsıldığı için, ya da trafik sorunu nedeniyle değil, beni senli hayallerimden kopardığı için sebep olanların genlerine kadar küfrü basıyorum. Al işte! İki el bitişik tek elle yazmaya çalışıyordum ya, ‘dirilerde buldum seni’ nin ni’si niiiiiii, diye geçti güzelim kâğıda…

Doğu şivesiyle birisi, “Ne kadar kaldı gardaş!” diye sesleniyor şoföre.

“Patlamayın, geldik sayılır” diye geçiştiriyor şoför.

Meçhule gidilen yolculuklar böyle sevgili. Bu son bir yılda çıktığım dördüncü yolculuk. Bundan sonra da olur mu bilemiyorum.  Arabanın penceresinden yine bakıyorum. Zeytin ağaçları seyrekleşiyor, papatyalar, gelincikler, tezek, toprak, emek kokulu köy evleri de öyle. İki gün önce yağan yağmurdan olsa gerek, camdan sızan esintide; tezek, toprak, çimen, dam kokuları ciğerlerimi açıyor. Tanrım, nefes almak da bu kadar derin anlamlar taşıyabilir mi? Doğanın kokusu bu kadar güzel olabilir mi? Olur elbette, bakmasını bilmek, koklamasını bilmek gerekir önce.

Araç, tıngır mıngır, sallana sallana ilerliyor. Mısır tarlaları, çamlık ve ormanlık alanlar derken tarlalardan geçiyoruz. Traktörlere binen, inen köylüler, tarlalarda akşam güneşi altında son bir gayretle çalışan kadınlı erkekli köylüler. Ellinin üzerinde koyun ve kuzuyu damlarına götürmek için çabalayan çoban, inek sürüsünü kan ter içinde ahıra sokmaya çalışan genç çocuk… İnek sürüsünün içinde sarıya çalan kahverengi, turuncu renkli değişik bir inek çarpıyor gözüme. Anılar anıları çağırıyor belleğime. İlkokul üçüncü sınıftayım. Ders mektup yazma. Kırk kişilik sınıfta, siyah önlüklü öğrenci topluluğunu oluşturan bizler, aynı kalemden çıkma köye özlem mektupları yazıyoruz sanki. Kırk kişinin kırkı da mektuplarında bir ineği tasvir ederek, köyde yaşayan akrabalarına veya arkadaşlarına yazmaya çalıştıkları mektuplarında sarı kızı meraktan bahsediyorlar ve kırkımız da, “Sarı kız nasıl oldu? Doğurdu mu?” diye soruyoruz. Neden böyle yapıyoruz, bunu asla sorgulamıyoruz.  Çünkü öğretmen basmakalıp bir mektup örneği okumuş, evde de okuyup ezberleyin diye ders olarak vermiş, bizler de, belki de dönemin şartlarında ilgi çekici ve hatta komik bulduğumuz için, Sarı Kız’a takılıp, onun doğurup doğurmadığını merak eder hale gelmişiz…

Yaratıcı edebiyat, yaratıcı yazarlık, yaratıcı kompozisyon hak getire. Fakir Baykurt’u mesela duyuyoruz ama okumak ne mümkün. (Sanırım öğretmenlerimiz de okumuyordu)  O günler aklıma geliyor da, sürüye uymasam, içimden karıncaları, arıları, solucanları, tavukları da merak ettiğim, yumurta toplama nasıl yapılıyor bana da öğretsenize demek istediğim karalamalar geliyor aklıma. Rahmetli babamdan çok duyduğum için, “İki koyun versen güdemez” sözünde, çobanlık mesleğini merak ediyorum mesela. Koyun gütmek ne demek mesela? Solucanları yiyen Tavukların yumurtaları nasıl oluyor da sağlıklı besin oluyor mesela? Arılar bal yapıyor da, bu bal denilen şey, arıların kakası mı acaba? Büyüklerden duyduğum, tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkıyor mesela?   Olsun, biz yine de Sarı Kızı ve doğuracağı yavrusunu merak ediyorduk ve öğretmenlerimizin bundan bir şikâyeti olmuyordu. Kırk öğrencinin kırkının akrabalarının, arkadaşlarının sarı kız adı verilen inekleri olur mu, bu öğretmenlere de garip gelmiyordu ve herkes mutluydu. Öğretmenlerimiz, ciddi olarak bizlere mektup yazmayı öğretmekle meşguldü ve kelimesi kelimesine birbirine çok benzeyen bu mektuplarda sadece nokta ve virgül kusuru arıyordu…

Yine de, ineklerin sallana sallana ahırlarına girişleri garip bir huzur veriyor bana.  İmkânım olsa, olabilse, araçtan inip, koşarak yanlarına gidip, tek tek sarılıp, öpeceğim köylüler. Elleri öpülesi emekçiler. Sarı Kız ve diğerleri, hatta hepsi! Uğruna hapis yatılası, ölünesi hepsi!

Ellerim bitişik, sağ elimde tuttuğum kalemle, dizlerimde kartona sabitlenmiş beyaz kâğıda eğiliyorum yine. Elliye yakın yıl sonra yeniden mektupla haşır neşir olmak, mektubun büyüsünü, gücünü ve muhteşemliğini duyumsamak içimi ısıtıyor. İkimizin birlikte okuduğu dönemin çok satan bir kitabı geliyor aklıma. Osmanlı döneminde geçen bu romanda, çöpçatanlık yapan, mektup taşıyan, bohçacılık, çiçekçilik yapan bir kadının sözlerini tartışmıştık. Romanda, kahramanımız kadın diyordu ki; “…Bir mektup diyeceğini yalnız yazıyla demez. Mektup tıpkı kitap gibi, koklayarak, dokunarak, elleyerek de okunur. Bu yüzden akıllı olanlar, oku bakalım mektup ne diyor, derler. Aptallar da oku bakalım, ne yazıyor, derler. Hüner yalnız yazıyı değil, mektubun tümünü okumakta…”

Ne çok tartışmıştık bunu, sen bana attığın mesajlara, benim sana gönderdiğim mesajlara getirip sözü, “Hangi çağdayız sevgili yazar, mektup mu kaldı? Sen asıl şimdi söyle bakalım bana, dün gece yarısı yazdığın bu mesajda ne demek istedin, hadi bakalım?” der, cep telefonundaki mesajlarımı gösterirdin. Ben de sana, özellikle bana kızdığında gönderdiğin manifesto niteliğindeki whatsapp mesajlarını okurdum uzun uzun…

Ahmed Arif’in dediği gibi; “… Düşün, uzay çağında bir ayağımız/ Ham Çarık, kıl çorapta olsa da biri/ Düşün, olasılık, atom fiziği/ ve bizi biz eden amansız sevda/ Atıp bir kıyıya iki zamanı/Yarının çocukları, gülleri için/Koymuş postasını/ Görmüş restini/He canım, sen getir üstünü…

Yani diyeceğim ki sevgili,  Emek yüce değerdir sevgili… Fabrikada, tarlalarda, atölyelerde, okullarda, nerede olursa olsun, üretim ve emek en yüce değerdir. Sömürü düzeni, adalet arayışı ve nihayetinde de cezaevleri oldukça da, mektup en muhteşem iletişim aracı olmayı sürdürecektir. Öyle olmasa, Nazım Usta’nın “Piraye’ye Mektupları”, Kafka’nın “Milena’ya Mektupları” Emre Kongar’ın “Kızlarıma Mektupları” halen bu kadar çok okunur muydu, sevgili?

 

Peki, peki kızma sevgili. “Halen akıllanmadın mı?” der gibisin. Bunu rengârenk haleler ile ışıldayan yüzünde ve manalı bakışlarında görebiliyorum. Hangi oyunda, hangi kitabında olduğunu unuttum – Othello’muy du acaba? – ne demişti Şekspir; “Ne taş kuleler ne tunç duvarlar. Ne havasız zindanlar ne zincirleri. Bağlayabilir insan kafasındaki gücü”…Bir hayallerim kaldı geriye yadigâr bir de sen sevgili…

Hadi gülümse sevgili, bak yine aklıma geldi. Yazıyı bulan Sümerlilere, Kâğıdı bulan Çinli Cai Lun’a minnettarım sevgili. Bana göre Sümerler seçilmiş kavimse, Çinli Cai Lun’da seçilmiş kişidir sevgili. Bunu da hatırlarsın, seçilmiş kişi, seçilmiş kavimler, seçilmiş halklar. Türkler, Acemler, Çinliler, Persler, Germenler, Atatürk, Hazreti Muhammed, Tesla, İbni Sina, Arabi ve diğerleri. Belki, biz de seçilmiş aşktık sevgili. Ne diyebilirim, saçmalıyorum belki yine ama küçük anıların, ne kadar önemli gerçeklerimiz olduğunu belki de şimdi anlıyorum sevgili.

Sümerler ve Çinli Cai Lun ve minnettarlık dedim ya;  Bir de bana durmadan beyaz kâğıt taşıyan, her hapishanede, bulabildiğim, merhametli, hoşgörülü, gardiyanlara minnettarım sevgili. Bu arada kâğıdı bulan Çinli Cai Lun’un Çin Mahkemelerinde saray görevlisi olarak çalışıyor olmasını da hatırlatırım. İroni olsa da, mektup cezaevlerinden, mahkeme salonlarından çıkmıştır sevgili.

Sana da minnettarım sevgili. Olmasan olmazdı-m. En azından, bugünleri asla aşamazdım. Minnete gelince; hapishanede olunca, minnet kat sayısı ve kişisi artıyor sevgili. Beni buralarda ezdirmeyecek kadar maddi yardım yapan barodaki arkadaşlara, dergideki arkadaşlara da minnettarım sevgili, bana sigara, kalem, kâğıt gönderen dostlara da… Çıkınca, bu minnet duygularımı nasıl eşitleyeceğimi de düşündüğümü bilmeni istiyorum sevgili… Aklımda çok şey var tabii ki, onları da başka mektuplarda anlatmayı çok isterim sevgili…

Araba, nöbetçi kuleleri ve betondan kale ile çevrilmiş, çınar, çam ve Selvi ağaçlıklı yoldan yeni adresimize nihayet ulaştırıyor beni-bizi…

Bildik prosedürleri bu kez anlatıp sıkmayacağım seni. Yeni koğuş, yeni ranza, yeni kader ya da kadersiz mahkûmlarla dolu ortam. Beşinci koğuşumda üçüncü kez ranzanın üst katı bana denk geliyor. Fark etmez, ranzası önemli değil. Alt komşum bu kez karısını öldürmüş bir cani. “Geceleri horlama hiç sevmem, ayakların kokarsa seni aşağıya atarım” diye ilk tehditkâr uyarısını yapıyor bana. Oysa ilk geceden öğreniyorum ki, ayakları en çok kokan ve bir goril gibi horlayan kendisi. Ranza arkadaşları böyle. Bundan iki önceki koğuşumda olduğu gibi, trafik kazası suçundan yatan Erzurumlu Ali Dayı gibiler her zaman denk gelmiyor işte. “Vallahi billahi kazayla oldu oğlum, aniden önüme fırladı ve fren de tutmadı, yoksa ben kadın ezecek adam mıyım? Derdi hep ağlamaklı gözlerle.

Diğer ranza arkadaşlarımı zaten biliyorsun sevgili. Biri psikopat olmak üzere iki katil ve bir de dolandırıcı ile birlikte bu harikulade geçici yaşamı paylaşmıştık.

Saatler gecenin üç buçuğunu gösteriyor sevgili. Sabah sayımına daha üç buçuk saat var. Zaman mekan kavramlarının daraldığı anların birindeyim yine.  Ben beynimin içinde, geçmişte ezberlediğim şiirlerden sana en uygununu evirip çevirirken, horlayan ve ayakları kokan karısının katilini de dinleyip, koklamak zorunda kalıyorum. Bunu okurken güleceğini biliyorum sevgili. Şiir geliyor, evet senin seveceğin türden şiir az sonra geliyor. Bunu hissediyorum. Ve sen yine ışıldayacaksın hayallerimde de. Ben hep bunu istiyorum. Horlamayı bıçak gibi kesen tınılar bir kez daha kafamın içini dolduruyor, bu kez anlam verememek yerine, kafamı ve ruhumu Edip Ustanın şarkısına teslim ediyorum.

Ey Sevgilim, Gülüm, Yârim…

Can içinde şah damarsın.

Fermansın bu dünyaya,  neye baksam sen varsın…

Yola düştüm ay batarken.

Derelerde buldum seni.

Ötelerde sanır iken,

Berilerde buldum seni…

Ekmeğimi dörde böldüm

Yarılarda buldum seni

Ölülerden haber aldım

Dirilerde buldum seni…

Sekiz ay daha kaldı sevgilim. Çıkınca birlikte de dinleyelim… Olur mu?

Bugün günlerden 4 Mayıs 2025 Pazar. Nazım Hikmet’te bu şiiri 4 Mayıs’ta yazmış. Vera’ya… “Vera’nın Resmi” ismini vermiş şiire…

Ben Nazım Usta’nın hoşgörüsüne sığınarak,  senin ismini vererek, sana armağan ediyorum şiiri…

Şahdamarımın Şiiri…

Kimseler yapamaz senin resmini.

Kıyıdan açılanın tanyerinden esenin
Aramasınlar seni renklerin atlıkarıncasında
Dayanmış tahta parmaklığa bir bağ taraçasında iklimler
Bizden en uzak gezegenin kederi
Aramasınlar seni uyaklarında ışıkla gölgenin
Sen oyunun dışındasın oylumların da yüzeylerinde
Bir yerlerde bir sevinç günün birinde fışkırır
Kimseler yapamaz senin resmini
Kıyıdan açılanın tan yerinden esenin
Sen kendi resmini kendin de yapamazsın
Gümüş kanatlı bir balık sıçrıyor enginde
Aynaların içine girip ötelere gitme boşu boşuna geceleri
Yitirilmiş erkekler gelir kadınlar koğuşuna geceleri
Sen kendi resmini kendin de yapamazsın
Bir açılıp bir kapanır kapılar yüreğinde
Senin resmini ben yapacağım…

Bir yolculuğun daha özetini yazmaya çalıştığım mektubum bu. Belki senin resmini yapamazsam da, senin şiirini ben yazacağım sevgili.  Yeni adresimi alta yazıyorum sevgili. Benim de çok sevdiğim gibi detaylara boğduğun, derinlerde yüzdüğün cevabi mektubun gelene kadar, ben bu şiiri okudukça ışıldayan yüzünü düşünmeye devam edeceğim.

Az kaldı, bir gün döneceğim…

İMZA: Yazarından Şahdamarına…

8 AY 12 GÜN SONRA 16 OCAK 2026

Girişinde, birçok yerde olduğu gibi “Her canlı ölümü tadacaktır” ayet-i kerimesi yazan bir taşra kasabasının mezarlığı…

Karlı, soğuk, kurşuni gri, sert bir havada giriyorum içeriye. Çamurlu, toprak ve parke taşlı yoldan ilerleyerek geliyorum yanına. “ Az kaldı bir gün döneceğim dedim, geldim işte” diyorum. Ve sitem ediyorum, “Neden beklemedin?”

Son mektubumu, altı kez ısrarla göndermiştim oysa sana. Her seferinde, cevabın yerine aynı mektubum döndü bana. Sorduğum, soruşturduğum, hiç kimse bu acı gerçeği söylemedi bana. Söyleyemediler belki de…  Sebebini acı da olsa, çok geç de olsa anladım işte. Ben şimdi kime yazacağım daha? Ötesinde kime şiir okuyacağım? Beni neden yalnız bıraktın?

Kafiye olsun diye sıralamıyordum düşüncelerimi, her biri beni daha büyük esaretin pençesine düşüren, çaresizliğin ortaya çıkardığı buhranlar aslında. Hayır ağlamıyorum. Gözlerimde biriken iki damla gözyaşını kolumla siliyorum. Burnumun sızlayan direği, sinüslerimi açtı, korkma hasta değilim. Sümüklü sevmezsin beni bilirim. Mendilime siliyorum.

 

Şu anda hissettiğim duygular ne, ‘Keşkeler mi?’ , ‘Pişmanlık mı’,  ‘Öfke mi?’ , “Nefret mi?’, ‘Çaresizlik mi?’, ‘Keder mi’,  ‘Kırgınlık mı?’, ‘Özlem mi?’, ‘Yarım kalmış, tamamlanmamış acı bir öykü mü?’ ‘Arabesk başka garip duygular mı ?’, ‘Yanıtlanmamış bu son mektup mu?’ bilemiyorum sevgili….

Bunları bilip, adlandıramadığım gibi, “Bilemezdim sevgili. Böyle olacağını, hiçbir şeyi bilemezdim”… Bu ülkede, avukatın avukatlığını da yapmanın suç olduğunu. Oysa bilirsin beni, siyasetle sadece adalet-sizlik söz konusu olduğunda ilgilenen birisiydim ve sevdiğim bir meslektaşımın davasını üstlenmenin de, adalet sağlayacağını sanmıştım. Bir avukatın, adalet savaşçısının, yargıyı etkileme suçu ile hapse tıkılacağını nereden bilebilirdim?  Benim başıma gelmez sanmıştım oysa.  Haksızlığa karşı verilen mücadelenin, yetmeyince yazılan şiirlerin, makalelerin bizi ayıracağını… Tıpkı, trafik kazası geçirip, beni sonsuza kadar tek edeceğini bilemediğim gibi…

Avukatlığı da bıraktığımı, şiir ve makale yazmayacağımı, en güzel yazılarımın sana yazdığım 16 mektup olduğunu, bundan sonra sadece ikimizi düşünerek, okuyucudan öteye geçmeyeceğimi de sana, ışıl ışıl parlayan yüzüne karşı söylemek isterdim sevgili…

Olmadı ama!

Bu adaletsizlik olmasaydı, freni patlayıp durağa dalan otobüsün altında seninle beraber ben de olur muydum? Bunu da çok düşündüm sevgili. Olurdum. Bu kesin. Kader-sizlik çoğu zaman kaçınamadığın bir gerçekliktir sevgili. Her türlü, seni kaybediyor olmak da, henüz yaşıyor olmamdan daha çok beni kahrediyor sevgili…

Naylona sardığım ve içine bu eklemeleri de yaptığım son mektubu, üzerine toprak atarak ve orta boy bir taşla gizleyerek, avucumdaki birer demet karanfil ve kardelen ile birlikte başucuna bırakıyorum. Büyük bir hüzünle, çok sevdiğin Papatyaları Mayıs’ta getirmeyi düşlüyorum.

Biçare yalnızlığıma dönerken, “Şimdilik hoşça kal sevgili, ben duraklamaları oynuyorum, görüşmek üzere” temennisini gönderiyorum.

Ne şarkı çınlıyor artık kulaklarımda, ne bir şiir geliyor aklıma.

Sadece bu ülkenin, bu toplumun ve kendi yaşamımın bilinmezine doğru yürüyorum…

NOT: Ahmet Hamdi Tanpınar’ı severim… Osmangazi Belediyesi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın anısına “Mektup” konulu yarışma açtı…. Nisan’ın 29’unda arkadaşlarla bir yerlerde oturmuş demleniyorduk. Hava halen çok serindi. Kapı önünde sigara içerken,  içimde garip bir huzur geldi geçti birden… Huzur dedim ya, Ahmet Hamdi Tanpınar Üstadın ‘Huzur’ isimli kitabı geldi aklıma birden. Ve yine birden, yarışma haberi ile ilgili çağrışımlarda doluştu kafama… Gemlik Son Nokta Gazetesi haber arşivine girdim. Hem demleniyorum, hem de haberi arıyorum. Nihayetinde buldum… Şartları falan bir çırpıda okudum…

30 Nisan gece yarısı oturdum bilgisayarın başına. Kafamın içinde değerli ağabeyim Nail Özer’in, “Cemalciğim sen hep yaz. Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, büyülü gerçeklik tadında yazıyorsun” sözleri çınlarken, gaza da gelmiştim… Bir yanda ilhamla dolmayı beklerken, you tube’dan sevdiğim şarkıları dinliyordum. Kıraç, “Gecenin Kemanı” dedi, “Yıllar Sonra” dedi, “Olur Ya” dedi, “İç Benim İçin” dedi, Zeki Müren’in ‘Bulamazsın” best seller parçasını seslendirdi. Ben de tık yok… Sonra otomatik olarak Edip Akbayram’a geçiş yaptı. Aldırma Gönül’den sonra, “Şahdamar” şarkısı çıkınca, aradığım ilhamı buldum gibi geldi…

Kendimi bildim bileli okumadığım gün yok sayılır . O gün de çok sayıda gazete okumuştum… Siyasetin açmazlarıyla ve ülke dertleriyle dolu beynim, Şahdamar ile coştu ve siyasal ikliminde verdiği son gazla bu yazıyı yazdım.

Tam on dokuz dakika 45 saniye de tamamladım yazıyı…

1 Mayıs İşçi Bayramında da eylemleri, etkinlikleri takip ederken, gün boyunca bu yazı aklımdaydı… Mektup mu oldu, öykü mü bilemedim bir türlü. 2 Mayıs sabahı bir kez daha okuyup, üzerinden geçerek, yaradana sığınıp gönderdim yarışmaya…

Tam 409 eser gönderilmiş. Benim bu yazı derece yapmadı… Olsun, yazmak ölümden gün çalmaktır. Olsun, Ahmet Hamdi Tanpınar anısına 409 edebiyatsever emek vermiş, yazmış, olsun Tanpınar’ın ruhuna feda olsun… Başka yarışmalarda da denerim şansımı…

Ahmet Hamdi Tanpınar üstadın anısına düzenlenen yarışmada dereceye giren tüm edebiyatçı arkadaşlarımı tebrik ediyorum…

Son not olarak şunu da eklemek istiyorum. En kısa sürede üstadın anısına yazılmış, dereceye girmiş bu eserleri okumayı çok istiyorum… Ayrıca Osmangazi Belediyesini Edebiyata verdiği bu anlamlı ve önemli destek adına da kutluyorum…

Neyse, umarım sizler beğenmişsinizdir?!

Saygılarımla…

 

 

 

Sosyal Medyada Paylaşın:

BİRDE BUNLARA BAKIN

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • ÇOK OKUNAN
  • YENİ
  • YORUM