YAZ YAĞMURU… DELİLİK… GEMLİK’TE GAZETECİLİK…

YAZ YAĞMURU… DELİLİK… GEMLİK’TE GAZETECİLİK…

Yaz yağmurunu fena yakaladım. Gri, kasvetli gökyüzünden ilk büyük damlalar yeryüzüne serpilmeye başladığında attım kendimi sokağa. Yaz yağmurlarını seviyorum.  En az insanlar ve sokak hayvanları kadar sıcaktan bunalan beton parkelerin ve tozlu sokakların derinde bir yerlerde gizli kalmış bilumum tüm kokuları ortaya çıkarır çünkü yaz yağmurları. Hele bir de çimen kokusuyla birleştiğinde tadına doyum olmaz aldığın nefesin…

Çiseleme yağmur hız kazanarak bardaktan boşalırcasına olduğunda keyfim yerime gelir. Tatlı bir rüya, ulaşamayacağını bile bile ısrarla, bıkmadan kurduğun düşler sarmalar benliğimi. Evlerin, dükkanların çatıları bile güzelleşir. “Başımı sokacağım bir çatı… Bir yatak… Dünyanın en muhteşem manzarası… Bazıları bunu cennet olarak adlandırır” demiş, yazarın biri. Evlerin çatıları, kiremitler, yaz yağmuru ve kokuları…

Gök gürler, bir yerlere yıldırım düşer ve ben ıslanırım…

Yeterince ıslak, yeterince sırılsıklam, yeterince yağmur suyuna doymuş bir halde kendimi Harbi Çay Ocağına attım. Çay Ocağının içine ve güvenli yere değil ama kapı önünde yağmurla randevumun devam ettiği, sadece çayımın ıslanmayacağı bölüme oturdum. Yağmur ıslaklığını, yağmur serinliğini pekiştirecek tek güzelliktir demli çay…

Sigaramı yakıp, çayımı yudumlarken Gemlik’in sevimli şizofreni Kaya Ağabey geldi yanıma. Fena bastıran yağmura rağmen kuruydu. Yağmurdan korunarak çay ocağına geldiği aşikardı. Halime bakıp, kahkaha attı.

“Akılsız, şemsiye almadın mı? Bir de gazeteci olcan!”

“Hor görme garibi Kaya Abi” dedim…

Kaya abi Gemlik’in sinemacılık tarihinin efsane isimlerindendi.  Sinema makinistiydi. Araya Parça giren yılların ilçedeki en tanınmış kişisiydi. Hayır, o tür filmlerde oynadığı için değil; filmler arasında parça atılması için, “Kaya, Kaya, Kaya!”, olmadı nam-ı diğer lakabı, “Yamuk, yamuk, yamuk” diye sloganlar atıldığı için… Dolup taşan sinema salonu Wembley’de  gol atmış, İngiliz Milli Oyuncuyu desteklercesine Kaya abiye ve lakabına atfen adeta inlerdi…

Kaya abi kibar adamdı, makinist bölümünden tüm sinema salonuna okkalı bir küfür savurduktan sonra, sinema salonundan yükselen kahkahalar eşliğinde ve o sırada oynayan filmin hangi heyecanlı sahnesinde olup olmadığını umursamadan, toplu histeriye beş on dakikalık katkı koyardı. Kaya abiydi bu. Belki de o dönemde başlayan şizofren duygularının da etkisiyle, bazen aniden parçayı keser, bazen iki dakika sonra salonun ışıklarını yakar, bazen de keyfi yerindeyse, beş on dakikalık yetişkin çizgi filmlerini yirmi dakika falan uzatırdı. Kaya abinin psikolojisi;  kendilerini beyaz perdeye kaptıranları fena halde yakalar, ortaya traji-komik insan manzaraları çıkardı. Delilik ile dahilik arasında ince bir çizgi vardı. Bu gerçekti…

Yedinci Sanat Sinema ve Gemlik… Kaya Abiyi bu iki ölümcül karışım delirtmişti. Kimi delirtmezdi ki?

Bir süre kendi kendine konuşup, yeniden bana dönüp, bir daha kahkaha attı. Havlu al silin, şemsiye al falan gibi mantıklı cümlelerin arasına, Belediye, Tayyip, dere yatağı taşması, bakanla konuşup söz alma gibi, belki detaylandırılsa anlamlı gelecek ancak kopuk olduğu için mantıksız kelimeleri sıraladı. Armutlu’ya yataklı, modern bir yazlık sinema açacağını söyledi. İstanbul Beyoğlu’nda bir tane açmış, talep olunca Armutlu’ya da getirmiş.

Sinemacı Murat Çengeltaş, Harbi Çay Ocağı Sahibi Abdullah Yaşar ve beni bu sinemaları gezmeye çağırdı. “Deli. Kaçırma Sakın. Serseri. Yatakta var… Ohhh miss. Gemlik’e de yapacağım bir tane… Bul hadi gidelim” dedi… Ardından tam son model sinema sisteminden bahsederken hat gitti. Kızdığı kimse, seri küfürler etti. Ardından bir kahkaha daha patlattı.

Bir çay iki sigara daha içip, şiddetini azaltmayan yağmura attım kendimi.

Kaya abi yandaki dericiden bir mont almamı, dericiye giren müşterinin kapıya bıraktığı şemsiyeyi alıp gitmemi önerdi. Önermekle kalmadı, şemsiyeyi bizzat elime tutuşturmak istedi. “Boş ver Kaya abi” dedim, “Yağmurun sesine bak, aşka davet ediyor”…

“Son pişmanlık neye yarar” dedi Kaya Abi.

“Gülmek için yaratılmış gözlerde yaşlar niye? Sevmek için yaratılmış kalpler hep bomboş niye? Kaya Abi!” dedim.

“Neyzen’ de ölmüş lan!” dedi.

“Boş ver Kaya abi, yansın i…nelerin alayı, su veren itfaiyenin hortumunu s..keyim!” dedim…

Cenazesine ve mezarlığa gidip gitmeyeceğimi sordu Kaya Abi…

Ben de mezarlığa gidiyorum dedim.

Arkamdan, kahkahalar atıp, “Deli. Serseri… Yağmur Yağıyor” diye bağırdı.

“Eğer Deli, delilikte direnseydi, bilge olurdu” demiş William Blake… Kaya abi gibi olanları seviyordum. Samuel Beckett’in dediği gibi, “Hepimiz deli doğarız. Bazılarımız deli kalırız”…

Delilik bulaşıcıydı belki de. Yağmur gömleğimden, fanilamdan, pantolonumdan, donumdan ayakkabılarımdan ve çorabımdan çoktan taşmıştı. Ve ben Gemlik’e yazlık sinema olur mu, olursa Kaya Abi’yi makinist olarak işe alırlar mı? Diye düşünüp, eski mezarlığa doğru yürüyordum.

Neyzen Tevfik diye algıladığım Şair ebedi istirahatını Gemlik’te yatmıyordu tabii ki… Ya da Kaya Abinin o an uydurduğu Neyzen kim, onu da bilmiyordum… Ama bir şekilde eski mezarlığa gelmiştim… Beton ve kısmen parkeli mezarlık yolları hafif yağmur suyu ile kaplıydı. Ancak aşırı dolu mezarlık bölgeleri ise çamur içindeydi. Anneme, babama, dedelerime; tanıdıklarıma, arkadaşlarıma ve Neyzen’e üç ihlas birer Fatiha okudum…

Yaz yağmuruydu işte. Tek gecelik aşklar gibi iki saatte bitmişti.

Mezar taşlarının arasında, mezarların da üstüne basmamaya dikkat ederek yürümeye devam ettim. Mezar taşlarıyla çevrili, bol otlu, bol ağaçlı bir yere geldiğimde, bir selvi ağacına dayanarak çimenliğe oturdum. Bir sigara içip etrafıma bakımdım.

M.K.Ö…

Doğum Tarihi 1925 Ölüm Tarihi 2012…

Üç tane adı olan adam… Beni şaşırtanı adamın adı, soyadı falan değildi. Bana göre eşsiz ve uzun ömrüydü.

Seksen Yedi Yıllık Hayat.

Seksen Yedi ilkbahar, yaz, sonbahar, kış…

Seksen Yedi yaz yağmurları…

Yıldırıcı olasılıklar, yeterince sınanarak ve yıpranarak şimdiye yaşadığım 50 yıl var. Eğer Talih Tanrıçası eli dolu hediyelerle bana gelirse bunu belki 70’e çıkarabilirim… Charles Bukowski 80 yaşında ölmeyi düşünüyordu. “Bu dünyada kim 90 yıl yaşamak ister ki” diye de soruyordu. 74 yaşında ölmüştü Bukowski. Rahmetli Babam 61, Rahmetli Annem 68 yaşında öldü. Benim ortalamam ne? Gemlik’te yaşıyorum, Gemlik’te gazetecilik yapıyorum, Gemlik’te yazarım. Bir orospu çocuğunun kalleş pusularında gitmezsem, anne ve babamın ortalamasında mı kalırım, ya da birinin genetik özelliğini baskın hale getiren yapım ile aynı yaşta veya öncesinde mi geberirim?

Yine de yaz yağmurları ve çağrışımlarını düşününce, rahmetli M.K.Ö’ye bahşedilen hayat beni hoşnut eder diye düşünüyorum…

Bir sigara daha yakıp, seksen yedi yıl yaşamış M.K.Ö’yü düşünmeye başladım. Kimdi, bu dünyadaki yüzyılın daha güzel bölümlerinde ne yapmıştı? Günlerini tek bir kadınla mı paylaşmıştı? Yoksa iki veya üç kadını da gömmüş müydü? Çocukları imam, doktor, avukat, öğretmen falan mı olmuştu? Yoksa psikopat katil mi? Bu mezarlığa daha önce kimleri ziyaret edip, dua etmek için gelmişti? Yoksa gelmemiş miydi?

M.K.Ö. hakkında hayallere daldım. Onun için daha harika ve zengin bir hayat tasavvur ediyorum. İyi bir işadamı olduğunu, refah ve huzur içinde seyyahlık yaptığını düşlüyorum. Japonya’ya, Çin’e, Singapur ve Hindistan’a gittiğini Asya Kültürüyle kendini geliştirdiğini düşünüyorum. Brezilya’da, Hollanda’da, Rusya’da, Yunan Adalarında eğlendiğini, İtalya’da, Fransa’da dinlendiğini, Avusturya ve İsviçre’de kayak yaptığını, Kuzey Ülkeleri İsveç, Norveç ve Finlandiya’da dış ticareti geliştirdiğini hayal ettim. Belki hayvan öldürmese de Afrika’da Safariye de katılmıştı. Tibet’te ayine katılmıştı. Hacca ya da Umre’ye gitmiş miydi? Türkiye’de Ege ve Akdeniz sahillerinde de iş kurmuştu. Karadeniz’e, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’ya da açılmıştı.

Benim kitaplarım, dergilerim gibi bir odaya tıkıştırılmış değil de, modern dev bir kütüphanesi de vardı belki de. Hayırsız evlatlar ve torunlar kitaplara, dergilere sahip çıkmışlar mıydı peki? Bütün kalbiyle sevmiş miydi ve sevilmiş miydi? Bir savaşçı, bir şair, bir maceraperest, bir bilgin, bir müzisyen, bir sanatçı veya iyi bir gurme miydi?

Benim gibi sigara içer, rakı sever miydi? Viski, Bira veya Votka mı tercih ederdi?

Bir sigara daha yakıp, ayağa kalktım. M.K.Ö’ye de dua ettim. Sonra kendimi sorguladım… Elli yılda yaptıkları mı?

15 Temmuz’da Kios TV’de Serkan Kaynar ve Emin Eren ile Gemlik’te Gazetecilik ve Yazarlık üzerine program yaptık. Çocukken ve gençken, oto tamirciliği, berber çıraklığı, kaynakçılık, garsonluk ve ocakçılık yapmıştım. Aralarda okullarda okumaya çalışmış, ancak kendimi bildim bileli çocukluk aşkı gazetecilik yapıyordum.  Ve kendimi bildim bileli de okumadığım tek gün yoktu. 32 yılımı vermiştim bu işe. Nitelik açısından olmasa da nicelik açısından binlerce habere, yüzlerce köşe yazısına ve bir romana imza atmıştım. Tuhaftı. Mesleki geziler hariç, Gemlik’ten hiç çıkmamıştım. Ege’yi Akdeniz’i gezmiş. Yurt dışında Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Kıbrıs’a gitmiştim… Oysa M.K.Ö. ye tasavvur ettiğim hayatı kendime istiyordum… Olmuş muydu, olacak mıydı? Kader Tanrıçası eli dolu hediyeleriyle bana da mucizelerini sunacak mıydı?

Gemlik’e ve mesleğime karşı aşırı dürüst, samimi, içten, dik ve yalansızdım. Gazetem sadece bir yıl Belediye’ye girmemesine rağmen, sekiz yıl sonra gazetem belediye de diye bir yalan habere tenezzül etmezdim. Hayatı boyunca korkakça yaşayıp, başka gazetecilerin başına gelen olaylarda, eğer çıkarı varsa ve korkuyorsa, suçu gazeteciye atıp, beladan son anda yırtığı ve şanslı olduğu haberlerde de sözde kahramanca kendine pay çıkaranlardan olmazdım. Mesela siyasi bir omurgaya ve karaktere sahip biri olarak, belediye ye abartılı fatura kesmez, o siyasi ideolojinin bu ilçede 8 yıl kaybetmesine neden olmazdım. Aç gözlülük asla yapmazdım yani. Mesela, bir gazeteci saldırıya uğradığında hangi gazeteci olursa olsun, onun yanında olur, onu savunur, ona sahip çıkardım. Çıktım çıkıyorum da… Öyle yapıyor ki, sevdiği ve çıkar kolladığı gazeteciyi saldırıya uğramış gibi gösterip, asıl uğrayanı ve yerse ve yedirebilse manipüle ederek itibarsızlaştırmaya çalışıyor… 12 Eylül döneminde Köpek kulübesine tıkılmış, habere gönderdiği kendi çırağı. Kendi gitmemiş bile. Öldürülen yazarı şehit avukat ile yüreği burkulup, onur ve gururla anısını yaşatacağı yere, havasını atıyor. Hayatta bir kere mahkemeye çıktı, o da benim yazım nedeniyle. Bir tane mafya haberi, yolsuzluk haberi, sonunda tehlikeli olacak haber ve yorum yazmamış oysa… Son konkordato haberini yazdı mesela, aferin ama mahkeme sürecini korkudan takip etmeyip, yine kendine pay çıkarmakta ..

Mesela; hiçbir gazetecinin ekmeğiyle oynamazdım. Halen ekmeğimle oynamaya çalışan benim gözümde orospu çocuğu, kendi kendilerine sözde gazeteci olanlardan asla olmazdım. Olmadım… Beni dövdüler, beni vurdular, beni mahkemeye verdiler. Ben hapse girdim… Sanki felç kalmışım gibi, sanki ölmüşüm gibi,  sanki müebbet yemişim gibi çalıştığım gazetelere, ajanslara koşup; benim yerime geçmeye çalışan orospu çocuklarından olmadım… Biliyorum bunları…

Son Nokta Gazetesini çıkarmaya çalışıyorum. Sahici dostlar sayesinde. Bu dostların ilan ve abonelik katkılarıyla ayakta durmaya çalışıyorum…  Onlarda bile gözleri olan şerefsizler de bu toplumda gazeteciyim diye geziyorlar… Kios TV’de bunları demedim, diyemediğim için değil. Program formatına uymadığı ve Serkan Kaynar ile Emin Eren’e saygı duyduğum için…

Mesela; Akhisarlılar Zeytinin Başkenti Akhisar ibaresi için TBMM’ye bile başvurdular. Oysa Zeytinin Başkenti Gemlik’tir… Bir siyasi kişilik, ağzından pot kırarak, kırma zeytini Akhisar’dan alırız dedi diye, kamuoyuna bunu haber yapmazdım. Yapmadım da, Gazeteci Kardeşim Feyzi Sarıkaya’da söz konusu Gemlik çıkarları olunca tenezzül etmedi…  Gemlik’in dedikoduya dayalı, dar ve aptalca siyasetinde birilerinin eline koz verirken, bu kozların Akhisar ve Ege tarafında da Gemlik’e karşı koz olarak kullanılacağını bilirdim… Önce insanız, sonra gazeteci. Biz siyasi partilere değil, siyasi partilerin Gemlik’te dar kalıplarda kalmış sözde siyasetçilerine değil gerçekten önce Gemlik’e sorumluyuz…

Hiçbir zaman bir zümre için yazmadım ben…

Ölüm var çünkü. Nasıl yaşadığımız önemli olsa da, ne bıraktığımız da önemli olacak. Filozof Schopenhauer, ölümü değil, hayatı eleştirir. Schopenhauer, “Hayat, saadet dolu var olmayışımızı kesintiye uğrattığı için yerilmelidir… Eğer mezarlara tık tık, diye vurup ölülere yeniden yaşamayı isteyip istemeyeceklerini sorsak başlarını sallarlardı”…

Merhum Gazeteci Yazar Çetin Altan’da, kitleleri derinden etkileyen “Bir Tılsımı Vardır Hayatın” isimli ünlü yazısında, “…Cenaze törenlerinde bir ütü geçer bu tılsımın üstünden… Bir sarı, çenesi bağlı, ince vücut uzanır tabutun içine… Ve o dostun değil, yaşarken gördüğün kendi ölündür. Biraz da kendi ölünün peşinden gidersin tanıdık cenazelerinde… Ve çekersin içini:
– Hayat, dersin.
– Sıra yavaş yavaş hepimize gelecek, dersin.
– Daha geçen hafta bizdeydi, dersin…
Hele tabut inerken mezara… Ne de zor gelir oraya inmesi! Hele son kürek topraklar atılırken…
Bir ütü geçer tılsımın üzerinden…” der…

Ardından FaceApp uygulaması gelir. Yaşlanmak, olgunlaşmak, hayatın anlamını sorgulamak, gelişmek değil, yaşlılık huysuz ergenler gibi bir poza indirilir…

Tek başına akıllı olmayı istemek büyük deliliktir…

Yağmur yeniden atıştırmaya başladı. Ya da artık bana öyle geliyordu. Üşütmeyen ıslak bir serinlikle Arnavut kaldırımlı sokakları arşınladım. Tanıdık çoktu. Sırılsıklam olmama gülmelerine, benim için endişelenmelerine aldırmadan, selamlaşarak geçtim yanlarından. Çoktular. Gemliktiler. Ben Gemlik, Gemlik Ben gibiydiler.

Harbi Çay Ocağına geldim. Kaya abi Gemlik’e yazlık sinema kurmak için gitmişti. İki demli tavşan kanı çay ve dört sigarayı daha halledip, ofise geldim.

Gemlik Son Nokta Gazetesi hazırlıklarına başlarken, bu yazı da çıktı…

Gemlik’te Gazetecilik biraz da delilik değil mi zaten!

Ve bizler aklın esaretinden kurtulan delilerdik…

Gemlik Son Nokta Gazetesine kaldığımız yerden devam. İyi okumalar diliyorum…

NOT: Bu Yazı 23 Temmuz 2019 tarihli Son Nokta Gazetesinde yayımlanmıştır…

 

Sosyal Medyada Paylaşın:

BİRDE BUNLARA BAKIN

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • ÇOK OKUNAN
  • YENİ
  • YORUM